Liderler neden bazen yalana başvurur? - (10. Bölüm)

18.09.2017

Liderler neden bazen yalana başvurur?

Cam kulübeden [10. Bölüm]

 

-Her şeyden evvel bize lazım olan nedir?

-Doğruluk

-Daha?

-Yalan söylememek.

-Sonra?

-Sıdk, ihlas, sadakat, sebat, tesanüd.

                                                                                                                                                       —Münazarat, Bediüzzaman Said Nursi

 

 

Abdulvahid Gezer: Efendim hoş geldiniz. Cam Kulübeden’de bu bölüm; siyaset ve yalan, siyasette güven ilişkisi üzerine Ahmet Yıldız hocamızla konuşacağız. Hocam hoş geldiniz.

Ahmet Yıldız: Hoş bulduk.

Abdulvahid Gezer: Siyasetin üzerinde kurulduğu düzlem olarak güvenden söz etmemiz herhalde kaçınılmaz. Bu anlamda biz yalanı bu güveni kırıcı bir olgu olarak zikrediyoruz. Ama bunun dışında da siyasetçilerin çokça yalana başvurduğunu, hem kendi aralarında hem de kamuoyu önünde yalana sıkça başvurduklarını biliyoruz. Bu anlamda yalanı sadece ilkesel olarak değil, aynı zamanda siyasetteki ilişkiler üzerinden yani ilişkisel olarak da değerlendirmemiz mümkün, isterseniz buradan başlayalım.

Ahmet Yıldız: Evet, şimdi aslında toplumun var olmasıyla doğrudan ilişkili temel unsurlardan birisi güvendir. Toplumun bütünlüğünü koruyabilmesi, barış içerisinde yaşayabilmesi, toplumda adalet değerinin hakim hale gelebilmesi açısından, insanların birbirine güvenebilmesi topluma vücut veren temel saiklerden birisidir. Güvenemediğinizde toplumsal ilişkilerin sivil niteliği, medeni niteliği ortadan kalkar, yerini açık şiddet son kertede devreye girer, diğer gayriahlaki özellikler alır. Aldatma bunun içerisindedir, sahtekarlık yapma bunun içerisindedir ve elbette çarpıtma, hakikati gizleme kısacası yalanın her türlü versiyonu toplumdaki güveni ortadan kaldıran, dolayısıyla hem sivil hem siyasal toplumun temelini sarsan bir ahlaki özellik olarak karşımıza çıkar. Toplumun toplum olarak varlığını devam ettirebilmesi açısından en temel değerlerden birisi güvendir. Güvenin korunabilmesi açısından da aldatma, aldatmanın çeşitli biçimleri içerisinde gerçeği, doğruyu bilerek tahrif etme, bilinçli yanlışlar yani hakikatin üzerini örtme bu güven duygusunu sarsan temel faktör olarak karşımıza çıkıyor. Kısacası toplum halinde yaşamak, toplum olarak varlığını devam ettirebilmek açısından yalan, hem sivil hem de siyasi varlığına bir tehdittir toplumun. Bu açıdan yalanı siyasetle bir araya getirdiğimizde ise yöneten ile yönetilen arasındaki ilişkilerin zedelenmeden, güven ilişkisi içerisinde sürdürülebilmesini engelleyen bir unsur olarak karşımıza çıkar. Bu açıdan belki devletler arası ilişkilerle hükümran bir devletin yöneten-yönetilen ilişkisi açısından bir nitelik farkından söz etmemiz elbette mümkün olabilir. Sonuç itibariyle devletler arasındaki ilişkilerde belirleyici olan, bir devleti diğerinden koruyan bir üst otorite yok. Dolayısıyla anarşik olarak tanımlayabileceğimiz bir ortamda devletlerin kendi çıkarlarını“milli çıkar” üzerinden ifade ettikleri bir kavramla söylersekkoruyabilmek için siyasal yalana başvurması mümkün ve belli ölçüde de bugünkü siyasetin meşruiyet atfettiği bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Belki “harp hiledir” sözünden hareketle ortaya çıkan meşruiyet alanı bununla da ilişkilendirilebilir. Ama bir toplumun kendi içerisinde kendi vatandaşı ile yöneticiler arasında kurulan ilişkide yalan; doğrudan güveni sarsançünkü burada biz otoritenin olmadığı bir düzenden bahsetmiyoruz; meşru bir otoritenin var olduğu bir düzenden bahsediyoruz, meşru bir siyasi otoritenin yönettiği bir ortamdan söz ediyoruz—bu otoriteyle yönetilenler arasındaki ilişkiyi sarsan bir unsur olarak yalan karşımıza çıktığında (1) ilkesel düzeyde hakikati zedeleyen, hakikate ulaşma hakkını tehdit eden bir unsur olarak yalandan bahsedebiliriz, (2) ilişkilerin, yöneten-yönetilen ilişkisinin güven üzerinden yürütülmesini engelleyen, dolayısıyla aldatmayı devreye sokan, dolayısıyla da toplumsal ilişkileri zehirleyen bir ahlaki nitelik olarak yalandan söz edebiliriz.

Abdulvahid Gezer: İsterseniz güvenin siyasette neden kurucu bir unsur olduğunu birazcık açalım, yani neden bir toplumun işler bir şekilde siyaset yapabilmesi için güvene ihtiyaç duyuyoruz? Bunu birazcık açabilir miyiz?

Ahmet Yıldız: Şimdi bir hukuk düzeninde tabii ki yasaların beraberinde getirdiği bir düzenleme ve denetleme söz konusu. Elbette bu bir arada yaşamak açısından, bir arada yaşamanın getirdiği hukuk korumak açısından önemli bir unsur. Ama tek başına hukuk yetmez, bireyler arası ilişkilerde ve ferdin toplumla ve siyasetle kurduğu ilişkide yine güven çok büyük önem taşır. Elbette güven tek başına yeterli değildir. Toplumun var olmasında yöneten-yönetilen ilişkisinde sadece güvenden bahsetmiyoruz. Ama güven olmadan da bu ilişkilerin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi mümkün değildir. Çünkü siz bir siyasetçi olarak toplumla ilişki kurarken onların sizin doğru söylediğinize, belli şeyleri yapabileceğinize, taahhütlerinize sadık kalacağınıza, onları aldatmayacağınıza dair güven vermeniz gerekir. Aile değerlerine bağlılığınıza inandırmanız gerekir insanları. İnsanları sizi hangi ahlaki ölçüler üzerinden tanımlıyorsa, hangi siyasal eylem programı üzerinden tanımlıyorsa sizi tercih edebilmeleri, size yönelmeleri açısından bir güven ilişkisi kurmanız zorunludur. Aynı şekilde yönetilenlerin de yönetenlerle ilişki kurarken kendilerine verdikleri sözü yerine getireceklerine inanmaları gerekir, dolayısıyla bu ilişki yöneten-yönetilen ilişkisini sağlıklı bir zemine, barışçıl bir zemine taşıyan ve onların birbirleriyle kaynaşmasını, kenetlenmesini, aidiyet duygusunu besleyen bir üst kimlik oluşturan bir unsurdur.

Güven duygusu zedelendiğinde o aidiyet duygusu da zayıflar, üst kimlik bağları da gevşer, dolayısıyla toplumun beraberinde üreteceği sinerjide de büyük kayıp meydana gelir. O yüzden güven olmadan insanların birbirlerine emniyet etmesi hem ticari ilişkilerde hem de diğer tür faaliyetlerde o güven duygusunun sağladığı güçten yoksun olmaları gibi bir sonuç ortaya çıkar. Güven duymadığınızda siz her şeyinizi kendiniz yüklenmeye, kendi emniyetinizi ve kendi ihtiyaçlarınızı tamamen kendi kapasiteniz ve kendi gücünüz üzerinden gerçekleştirmeye çalışırsınız. Hiçbir insana hiçbir işte güvenmeden yaşayabilmek de imkansız bir şeydir. Eşinizle kurduğunuz ilişki mutlaka bir güven ilişkisidir. Çocuklarınızla kurduğunuz ilişki mutlaka bir güven gerektirir. Aynı şekilde diğer insanlarla kurduğunuz ilişkiniz de belli ölçülerde güven olmadan yürüyemeyecek ilişkidir. İlişki kurduğunuz herhangi birisiniz size zarar vermeyeceğinden, sizi aldatmayacağından, onu da belli ahlaki ölçülerin yönettiğinden emin olma duygusudur güven. Ve bu güven de kendisini hem sözlü hem de fiili olarak ifade eden bir zemine yaslanır. Hem sözlü hem fiili olarak bu zemini yıkan, bu ahlaki ortamı ortadan kaldıran şey ise yalandır. Yalan hem sözlü olarak hem de fiili alanda insanların birbirleriyle ilişki kurarken, birbirlerine karşı—deyim yerindeyse—gardını alarak konuşması, ona asla emniyet etmemesi, onunla kurduğu ilişkiden zarar görmeyeceğinden emin olmaması anlamına gelir. Bu da toplumsal ilişkileri son derece kısıtlar, zorlaştırır ve toplum olarak yapmaları gereken, üstlenmeleri gereken ortak sorumlulukları, görevleri ya da yükümlülükleri yerine getirirken sürekli olarak kaçma, kendi çıkarlarını öne çıkarma, bütün eylemlerini kendisini koruma güdüsü üzerinden ve sadece ona inhisar ettirerek ve diğerlerini yok sayarak... Dolayısıyla insanı sosyal bir varlık olmaktan çıkararak düşünmeye yol açacak bir dürtüsel zemin oluşturur. Bu anlamda güven duygusu toplumun var olması ve varlığını devam ettirmesi açısından vazgeçilmez temel unsurlardan birisidir. Nasıl ki Rousseau toplumun ortaya çıkmasında acıma, merhamet duygusunun en temel duygu olduğunu söyler; elbette merhamet duygusunun beslediği ve varlığını sürdürebileceği kaynak yine bu güven ilişkisidir. Birbirine emniyet etmeyen, canınızı, malınızı emin hissetmediğiniz insanlarla kuracağınız ilişki sürekli bir çatışma ilişkisidir. Bu çatışma ilişkisini işbirliğine kanalize etme ve buradan da bütün toplum için herkesin bireysel çıkarının da korunacağı bir sinerji üretme güven duygusunun zorunlu olarak varlığını gerektirir. Kısacası bir toplumda güven duygusu ne kadar azalmışsa, insanlar birbirlerine ne kadar az güveniyorlarsa, o kadar daha az ilişkiye gireceklerdir, girdikleri ilişkiler de çok daha zor ilişkiler olacaktır. Herhangi bir borçlanma ilişkisine girdiğinizde sizden istenenler çok daha fazla olacaktır, çünkü size duyulan güven—tek başına güven elbette yeterli değildir bunu belirtmiştik—asgari düzeyde olduğu için bunun karşılığında o güvensizliğin yol açtığı boşluğu doldurmak için çok daha karşılamanızın zor olduğu teminatlar istenecektir. Hayat zorlaşacaktır hepimiz için kısacası. Bunun da temeli güvenle ilişkilidir. Güveni de hem toplumsal, hem siyasal alanda en fazla zedeleyen unsurlardan birisi; güven duygusunu ortadan kaldıran, dolayısıyla aldatmayı, aldatmanın da en organize—bireysel ya da toplumsal olarak—en organize biçimi olarak yalan karşımıza çıkıyor.

Abdulvahid Gezer: Yani güvenin azalmasını insanın toplumsallığını yok eden bir olgu olarak görüyoruz. İşin bu tarafında güven var, diğer tarafındaysa doğruluğun kaynağının ne olduğu sorusu var. Bilmiyorum izliyor musunuz şu sıralar popüler bir dizi var “Game of Thrones” diye. Karakterlerden bir tanesi kral adayı olan oğluna şöyle sesleniyor; “sen ileride kral olacaksın, sen ne söylersen doğru o olacak, sen neye karşı çıkarsan o yalan olacak.” Yani biz doğrunun kaynağı olarak mutlak iktidar sahibinin gösterildiğini görüyoruz. Ama esasında bizim siyasi bir güven toplumundan bahsetmemiz için herhalde doğrunun kaynağının bir toplumsal konsensüs olması gerektiği sözkonusudur.

Ahmet Yıldız: Tabiî ki doğruyla otorite arasında çok yakından bir ilişki var. Sizin ya da insanların otorite olarak kabul ettikleri kaynaklardan gelen bilgi yine bu güven ilişkisi üzerinden doğru olarak kabul edilir. Tıp konusunda doktorların söyledikleri “sade insanlar” tarafından doğru olarak kabul edilir. Çünkü onlar o konuda otoritedir ve otoriteleri “sarsılmaz” olarak görülür. Eğer siz o otoriteyi ona atfediyorsanız o konuda onun görüşünü veri olarak alır ve ona güvenirsiniz. Oysa siz onun söylediğini doğrulama gücüne sahip misiniz? Hayır. Aslında bizim gerçekle kurduğumuz ilişki de böyledir. İdeolojiler üzerinden ya da dini inançlar üzerinden kurduğumuz aracılı ilişkilerde hep bu güven ilişkisi söz konusudur. Biz otoritenin kendisine güveniriz, otoritenin bizi aldatmayacağına doğrudan güveniriz, onun uzmanlığına güveniriz. Dolayısıyla siyasetçinin de siyasi konularda bize doğru söyleyeceğine inanmak isteriz. Bu bir siyasi lider olabilir, siyasi kurum olabilir... Bizi aldatmayacağına, bizimle kurduğu aidiyet ve güven ilişkisi üzerinden bize doğruyu söyleyeceğine inanmak isteriz. “Filanca söylüyorsa doğrudur” kanaati kimin açısından söz konusudur? Medya kuruluşlarının güvenirliğini de bu açıdan değerlendirmek mümkündür.

Abdulvahid Gezer: Zaten otorite ve saf iktidar arasındaki farkı bizim otoriteye verdiğimiz meşruiyet olarak okuyoruz.

Ahmet Yıldız: Evet. Bu meşruiyeti oluşturan unsurlar da bu açıdan önem taşıyor. Dolayısıyla doğruyu kim üretiyor? Doğruyu üreten kişi eğer doğruyu kendi çıkarları üzerinden üretiyorsa ve bunun da aslında böyle görülmemesini, aslında toplumun çıkarı olarak tam da Machiavelli’nin anlattığı gibi görülmesini istiyorsa, çok güçlü bir propaganda ağını devreye sokacaktır ve bu propaganda ağı üzerinden sürekli tekrar edilen, devam ettirilen propagandayla pekala karanlığın aydınlık olduğuna inanabilecektir. Dün yanlış olanın bugün doğru olduğuna inanabilecektir, dün hain olarak görülen bir kişinin bugün kahraman olarak görülmesi mümkün olabilecektir. Devlet gücünün hegemonik, ideolojik söylemi kitlelere bu şekilde benimsetildiğinde kitlelerin de bunu takip edebilmesi mümkün. Dolayısıyla totaliter bir yalan ağı düzeninden bahsediyoruz. Eğer siz toplumun bütününü kontrol edebilecek bir propaganda ağına sahipseniz, o zaman bu propaganda sürekli kendi doğrularını üretir ve toplum bunun müşterisi olur. Toplumun bu doğruyu yanlışlama kapasitesi son derece sınırlıdır. Siz toplumu bu hale getirdiğinizde o zaman kendi doğrularınızı sahip olduğunuz propaganda ağı üzerinden topluma benimsetirsiniz.

Bunun mesela yakın tarihte Sovyetler dönemindeki Rusya’da birçok örneğini görebiliriz, Nazi Almanya’sında birçok örneğini görebiliriz, Tek Parti Türkiyesinde birçok örneğini görebiliriz. Elbette demokratik toplumlar bundan muaf değil. Demokratik toplumlar çok güçlü bir şekilde yalanın dolaşıma sokulduğu farklı amaçlar için siyasal olarak da devreye sokulduğu ve rasyonel bir politika aracı olarak kullanıldığı toplumlardır. Ama şu kadarı var ki demokratik toplumlarda eğer demokratik bir kamusallıktan söz ediyorsak medyanın bize bunu duyurabilme imkanından söz edebiliriz, hesap verebilirlik ve şeffaflık üzerinden yöneticilerin yaptıkları ve söylediklerini denetleme, kontrol etme ve dolayısıyla bunu ölçme imkanından bahsedebiliriz. Bir örnek vereyim. Mesela bir bakanlığın bir yıllık bütçe döneminde yatırım programının ne olduğunu ve bunu ne kadar gerçekleştirdiğini o bakanlık kendi web sitesi üzerinden aylık olarak şu yatırım programına şu kadar para aktarıldı, şu kadarı gerçekleştirildi, şu kadar para harcandı ve bunu belgeleriyle birlikte koyuyorsa burada bir şeffaflıktan söz ediyoruz. Dolayısıyla denetim gücü olarak yasama organının kurumları, komisyonları ya da milletvekilleri bu bilgileri takip eder ve bu bilgiler üzerinden bu programları uygulamakla görevli olan icracıları sorgular, denetler, değerlendirir. Ama eğer bu veriler kendisinde yoksa, hangi programa ne kadar para aktarıldığını bilemiyorsa, neden aktarıldığını bilemiyorsa, ne kadar verimlilikte aktarıldığını bilemiyorsa bu denetimi elbette gerçekleştiremeyecektir. Dolayısıyla şeffaflık ve hesap verilebilirlik birlikte demokratik toplumda yalanın dolaşımını sınırlayan, en azından siyasetçinin toplumla kurduğu ilişki açısından şeffaf bir şekilde bunu denetleyen mekanizmalar bize sunar. Eğer demokratik toplumlarda şeffaflık, hesap verebilirlik dolayısıyla hukuk devleti yara almışsa, darbelenmişse bizim doğruya ulaşma imkanımız son derece sınırlanmış demektir. Bu doğruya ulaşma denetimini yapacak olan aracıların da bunu gerçekleştirme kapasiteleri o ölçüde azalmış demektir. Kısacası totaliter siyasi yapılar da, demokratik siyasi yapılar da yalana karşı muaf değildir. Yalan; siyasetin son derece fonksiyonel, araçsal rasyonalite üzerinden değer atfettiği ve kullandığı bir enstrüman olarak karşımıza çıkıyor.

Abdulvahid Gezer: Mesela propaganda dediniz, bunun ötesinde Platon’da gördüğümüz toplumun kurucu bir unsur olarak soylu yalanlar, insanların çeşitli metallerden oluştuğu ve bu yüzden sınıflandırılmaları gerektiği gibi veya modern döneme geldiğimizde Althusser’in devletin ideolojik aygıtları olarak vasıflandırdığı bir takım araçlar söz konusu. Özellikle ulus-devletin kendi ulusunun tanımını yaparken ve bu tanımım toplumsallaştırırken kullandığı bir takım aygıtlar söz konusu. İşte bunlar aileden başlayarak, okul veya askerlik gibi devletin yönettiği veya toplumsal olan kurumların devletin vatandaşları olan bireyleri bir gerçekliğe adapte etme süreci olarak yerleştirildiğini görüyoruz. Bu anlamda hem müfredat, mesela okul için geçerli olan bir müfredat, aile için geçerli olan hem bir gelenek hem de yeni yeni doğmuş olan bir medyanın aile vasıtasıyla yeni vatandaşlara empoze edilmesi süreci söz konusu. Biz bu soylu yalanlara, beyaz yalanlara veya stratejik yalanlara ne gözle bakmalıyız? Yani şu an bizim vatandaşlığımızı tanımlayan bir unsur olarak bu yalanlar belki de kimilerince toplumumuz için vazgeçilmez görülüyor ve onlara bu şekilde bir değer atfediliyor.

Ahmet Yıldız: Şimdi Hazreti Peygamber’e nisbet hadislerden bir tanesi, münafıklar dolayısıyla toplumun içerisinde nifak üreten, toplumsal bütünlüğü bozan kişilerin özellikleri arasında yalan söylemeyi ve aldatmayı sayar. Bu çok önemli bir şey, yalan söylemek toplumsal güveni ortadan kaldıran bir unsurdur. Dolayısıyla “hiçbir müfsit ben müfsidim demez,” hiç kimse “ayranım ekşidir” demediği için kişinin kendisinin ortada dolaşan bilginin doğruluğu konusunda iradesini aktifleştirmesi gerekiyor. İnsanı insan kılan şey insanın düşünebilmesi, düşünebildiğini başkasıyla paylaşabilmesi ve o etkileşim içerisinde elde ettiği özgüvenle bunu geniş topluma yayabilmesidir. Bu açıdan düşünce ve ifade hürriyeti birbirinden asla ayrılamayan bir ikizdir. Bunları birlikte düşünmek gerekir, bunu gerçekleştiren insan iradesini kullanabilen insandır. İradesini doğru kullanabilmesi için mutlaka doğruya ulaşabilme araçlarının bir toplumda var olması gerekmektedir. Doğruya ulaşabilme araçları ne kadar total bir şekilde hakim güç olan devlet tarafından temellük edilmişse, ele geçirilmişse ve sürekli devletin yine bir üst amaç olarak ifade ettiği, devletin bekası, milletin bekası dolayısıyla stratejik yalan olarak ifade edebileceğimiz yaklaşım üzerinden ürettiği sosyalleşme mitleri, toplumun kökenine ilişkin mitler, milliyetçi mitler kendisini bir tür soylu yalan olarak bize takdim eder. Siyaset açısından baktığımızda belki bu soylu yalanlar belirttiğim rasyonel politika enstrümanları olarak anlam taşıyabilir. Bütün milletlerin köken mitleri vardır mesela. Her millette bir seçilmişlik miti vardır. Bunların hepsi aslında “altın” diyelim. Altın yalandır, Kemalist anlatının bize söylediği Anadolu’nun Türkleştirilmesi yalanına inanabilmemiz için Sümerlerin ve Hititlerin Türk olarak takdim edilmesi ve dolayısıyla Anadolu’nun çok çok öncesinde ta en baştan, ezelden itibaren diyelim, Türk olduğunun bize anlatılması dolayısıyla milliyetçi saiklerle üretilen yalanlar da bu şekildedir. Toplumların kendi tarihlerine dönük olarak ürettikleri anlatılar—93 savaşını biz farklı okuruz, Bulgarlar farklı okur, Ruslar farklı okur—dolayısıyla iktidarın eğip büktüğü, iktidarın ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş doğruların önemli ölçüde yalanla karışık olduğunu görebiliyoruz. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, saf doğru ve saf yalana rastlayabilmek çok zor. Bunlar hep birlikte, bir arada sunulduğu için birbirinden ayrıştırabilmek ciddi bir çaba istiyor, ciddi bir gayret istiyor. Tarihi açıdan baktığımızda da yalanın genelde siyasi alana, siyasi eyleme hakim olan, ona rengini veren temel unsurlardan biri olduğunu görüyoruz.

Müslüman toplumlarda da bu böyle. Ki, Bediüzzaman’ın yaptığı değerlendirme açısından baktığımızda aslında Müslümanların sosyal ve siyasi hayatlarında güveni ortadan kaldıran, dolayısıyla nifakı ve bozgunculuğu da beraberinde taşıyan yalanın yaygınlığı Müslüman toplumların bütünlük ve sinerjisini ortadan kaldıran, onların aynı ümmetin bileşenleri olduğu duygusunu yok eden, onların istinat noktalarını da istimdat noktalarını da zayıflatan ahlaki bir özellik olarak öne çıktığını görüyoruz. Yalan bu açıdan son derece kritik bir niteliğe sahip bir ahlaki özelliktir. Ve siyasal alana bu taşındığında ne zaman kişinin doğru söylediğini anlayabilmemiz çok zordur. Bu sürüye kurt dadandığını söyleyen ama bunu yalan olarak yapan çoban Mustafa’nın hikayesine benzer. Bir defa yalan, iki defa yalan, üçüncüsünde o da sonucuna katlanır, insanlar yalan olduğunu düşünerek doğru söylediğinde de itibar etmeyecektir. Doğruların itibardan düşmesi herkesin zarar göreceği, sadece o itibardan düşme üzerine kendi iktidarını devam ettirmek isteyen küçük bir azınlığın bundan faydalanabileceği bir durumu gösterir. O yüzden demokratik toplumlarda da milletin ve devletin bekası, vatanın selameti esprisi, dolayısıyla stratejik çıkar diyebileceğimiz unsurlar üzerinden söylenen yalanların çok büyük cinayetlere ve zulümlere yataklık ettiğini, aslında toplumun çıkarına olmayan çok sayıda politikanın bu şekilde haklılaştırıldığını, kişilerin bu yalanlar üzerinden kolaylıkla kahraman haline getirilebildiğini, kitlelerin sevgilisi olarak dolaşıma sokulduğunu görebiliyoruz. Ama bunlar zamanla yer değiştirdiğinde aslında bunun tamamen gerçek dışı olduğunu görebiliyoruz.

Mesela; Ruslar İkinci Dünya Savaşının sonlarında Varşova’ya kadar gelir. Nazi işgali altındadır Varşova ama Ruslar karşı kıyıda bekler, Naziler katliamlarını tamamlar, şehirde çok büyük bir katliam gerçekleştikten sonra Kızılordu şehre girer, o katliamın tamamlanmasını bekler. Bunun gibi siyasal güç kendisi açısından yalanı araçsallaştırdığında olguları çarpıtmak açısından söyleyemeyeceği yalan yoktur. Bu arada yalanı biz olguların ya da görüşlerin her neyse kasıtlı çarpıtılması yani bilinçli yanlış olarak tanımlıyoruz. Bu bilinçli yanlış, hayatımıza bu şekilde nüfuz ettiğinde siyasi eylemi zehirlediğini ve neredeyse ondan ayrışık olarak değerlendirilemez hale geldiğini görüyoruz. Bu, devletler arası ilişkilerde sınırlı ama güçlü bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Mearsheimer’i hatırlayabiliriz. Mearsheimer’in Liderler Neden Yalan Söyler kitabındaki örneklerden hareket ettiğimizde mesela ABD’nin girdiği bütün savaşların aslında yalan üzerinden gerekçelere dayandırılarak ortaya çıktığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşına girişi de Vietnam Savaşı da Irak Savaşı da, Afganistan Savaşı da yalana dayalı gerekçeler üzerinden haklılaştırılmış savaşlar olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla modern zamanda haklı ya da adil savaştan hiçbir şekilde bahsetmemiz mümkün değil.

Abdulvahid Gezer: Yalanı siyasette böyle bir araçsallaştırma içerisinde gördüğümüz gibi, iş siyaset ve yalan deyince aklımıza ilk gelen olgu olan medyaya döndüğünde aslında yalanın değil doğruların araçsallaştırıldığını görüyoruz bir anlamda. Yani bir haber metni içerisindeki ufacık bir doğrunun, geri kalan yalanı örtmek için bir araç olarak kullanıldığını görüyoruz. Aslında ben konuşmamızın son kısmını medyaya ayırmak istemiştim. Şöyle de bir olgu var; yani yalan, dediğiniz gibi bir yanlışın bilinçli bir şekilde kamuoyuna sunulması durumu. Fakat hakikatle ilişkisi olmadan yani doğrunun ve gerçeğin ne olduğunu umursamadan, bu konuda bilgi sahibi olmaya ihtiyaç duymadan söylenmiş yanlışlar da var ki biz buna Frankfurt’un makalesinden yola çıkarak “zırva” diyoruz. Burada yalan ve zırva arasındaki fark ve ilişki yani günümüzde artık doğrunun ve yalanın hangisi olduğu, doğrunun ve yanlışın ne olduğu fikrinin bir öneminin kalmadığını görüyoruz. Ve doğru ve yanlışın ötesinde işe gelen ve işe gelmeyen yani menfaate uyan ve menfaate uymayan kavramlarının onların yerini ikame ettiğini görüyoruz ki bu da artık hem yalanı hem de doğruyu bir kenara atıp yerine zırvayı koyan bir durum oluyor. Bunu medya bağlamında konuşarak herhalde bu programı sonlandırabiliriz.

Ahmet Yıldız: Bu işte çıkar merkezli bir siyasi yaklaşımın beraberinde getirdiği bir sonuçtur. Çünkü artık hakikatle olan bağınız kopmuştur, hakikat sizin için değer taşımamaktadır. Hakikat tamamen naiflik, safdillik olarak değerlendirilmekte ve insan tamamen çıkarlar üzerinden tanımlanan bir varlık olarak görülmektedir. Bu, insanın homoekonomikus olarak görülmesi anlayışıyla da çıkarlarını gözeten rasyonel bir varlık olarak gözetilmesi anlayışıyla da yakından ilişkilidir. Liberal yalanlar da bunun içerisinde önemli bir yere sahiptir. O zaman insan için bir hakikat bir değer taşımaz, hakikat sadece kendi çıkarını maksimize edebildiği yerde yaşar, doğru da odur. Dolayısıyla sizin kişisel olarak, ideolojik olarak, sınıfsal olarak ya da ulusal olarak nerede durduğunuza bağlı olarak değişir. Bu biraz tabiî ki hakikatin iyice görecelileştirilmesi anlayışının da yansımasıdır eğer zırva kavramı üzerinden bunu ifade edersek. Elbette bu yaklaşımı kabul edebilmek ahlaki açıdan son derece zor. Hakikatle ve hakla ilişkimizi hele hele dindar bir fert olarak mutlaka korumak ve bu siyaseti kontrol edebileceğimiz araçlardan biri olarak değerlendirmek zorundayız.

Çünkü mü’min sonuç itibariyle sonuç odaklı yaşayan bir varlık değildir. Allah’la kurduğu ilişki en temel ilişkidir. Ve bu açıdan da O’nun rızasını tahsil ve talep etmeye dönük en küçük bir davranış binlerce yalana tercih edilir. Bu; isterse milli çıkarı gözeten, isterse stratejik açıdan değer taşıyan hangi anlamı taşırsa taşısın, hangi rasyonel politika kazanımlarını içerirse içersin hiçbir zaman tercih edilemeyecek bir durumdur. İşte “hakkın hatırı alidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” Bu hatır isterse bireysel çıkarlar olsun, isterse sınıfsal ya da ideolojik tercihler olsun isterse ulusal çıkarlar olsun ya da devletin ya da milletin bekası, selameti olsun hiçbir zaman bu çatışma ilişkisi içerisinde tercih edilemez. Çünkü insan sadece çıkarları üzerinden tanımlanabilecek bir varlık değildir. İnsan sadece Allah’ın belirlediği, O’nun rızasını talep etme konumunda olan bir varlık olarak mü’min sıfatını taşıdığında veya edindiğinde, mü’min olarak baktığında yalana asla olumlu ya da fonksiyonel ya da politika aracı olarak değer atfedemez. Yalanı bu açıdan kendi hayatından çekmesi gerekir. Siyasi bir enstrüman olarak da yalanı görmemesi ve bunu siyaset alanına taşımaması gerekir. Bunu siyaset alanına taşıdığında hakikatle olan bağı kesilir, insanlara örneklik edebilmesi için gereken hikmetli ve güzel mücadeleden uzaklaşır. Sözlü olarak ve fiili olarak hakikatle bağı kesildiği için sıradanlaşır. Ve onun eksiklikleriyle de bir araya geldiğinde tebliğ faaliyeti bütünüyle ortadan kalkar. Bu tebliğ faaliyeti bireysel olarak, kolektif olarak siyasetçi olsun olmasın herkes için geçerlidir. Devleti de bağlar, siyaseti de bağlar. Dolayısıyla siyasetçi; siyasetin dinamikleri bunu gerektiriyor, dolayısıyla ben yalanı kullanmak zorundayım diyorsa, bunu bir mü’min olarak söyleyemez. Dış politika aracı, enstrüman olarak yalan çokça kullanılır. Ama bu yalanları karşılıklı olarak bilirler. Çünkü bir ulus-devletin hakim olduğu bilgiye bir başka ulus-devlet de erişebilir durumdadır. Ve birbirinize yalan söylemeniz çok kolay değildir. Devletlerin birbirlerine söyledikleri yalanlar daha çok iç kamuoyunu yönlendirmeye dönüktür. Biraz önce söylediğim noktaya dönersek, mesela Uludere’de öldürülen 34 kişi kimdi, PKK militanı mıydı, sade köylüler miydi? Zaten devletin güvenlik unsurlarının bildiği tanıdığı, ne yaptığını bildiği bir faaliyeti mi yürütmekteydiler yoksa gerçekten güvenlik açısından kabul edilemeyecek olan bir terör örgütü faaliyeti içerisinde miydiler? Biz bu bilgiye nasıl ulaşacağız? Bu kadar geniş olarak devletin erişebildiği bir bilginin toplumla paylaşılmaması, toplumun bu konuda zihninin karışık bırakılması elbette araçsal bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Doğru, çarpıtılarak ya da gizlenerek toplumdan esirgenmektedir. Bu da yalanın farklı bir versiyonudur. Birçok konuya bunu taşımamız mümkündür. O zaman siyaset ve yalan bu kadar iç içe girmişse, güven ilişkisi de siyaset üzerinden tesis edilemeyecek bir hal alır. O zaman siyasetçi güvenilmeyecek bir insan haline gelmiş olur. Neden? Oysa güven siyasette çok temel bir niteliğe sahiptir. Siz hakikatle ilginizi kestiğinizde, siyaseti sadece bir iktidar oyunu olarak değerlendirdiğinizde yalan elbette meşru ve haklı bir politika enstrümanı olarak karşınıza çıkar. Ama hakikat kaygısı taşıyorsanız, doğru gibi bir kaygınız varsa ve topluma da bunu zora dayalı olarak değil, gönüllülüğe dayalı olarak sunma gibi bir espriyi taşıyorsanız o zaman yalana hiçbir şekilde, hiçbir ortamda, hiçbir görünümüyle meşruiyet atfedemezsiniz. Bunu haklı, kabul edilebilir, meşru bir politika enstrümanı olarak göremezsiniz. Ama hakim görünüme baktığımızda, hem popülist totaliter ortamlarda hem de demokratik toplumlarda yalanın bir politika enstrümanı olarak görüldüğünü ve bunun da siyasetin esas itibari ile bir çıkar ve güç mücadelesi haline gelen, ahlaki düzlemden yoksun, idealist ilkeleri gözetmeyen, dolayısıyla hukuk devletinden bahsettiğinde bile sadece kendi çıkarına geldiğinde hukuk devletini savunan ama bu çıkarlar zedelendiğinde hukuk devletini yok sayan... Mesela Amerika’nın çeşitli yerlerde kurduğu CIA’in cezaevleri gibi, Amerika’nın suçluluğu sabit olmayan insanları tek taraflı derdest edip toplama kamplarına Guantanamo gibi alması gibi, şüpheyi delil olarak kabul edip insanları sorgulaması gibi vs. vs. Bu elbette Amerika’ya has bir durum değil. Bütün ulus-devletlerin belli ölçülerde gerçekleştirdikleri bir durumdur. Ama netice itibariyle şunu söyleyebiliriz; yalan siyasette çok güçlü bir şekilde dolaşımda olduğu sürece siyasetle toplum ve birey arasında bir güven ilişkisini tesis edebilmek çok zordur. Bu da bizim hakikatle olan bağımızın kopmasına, hakikatin anlamsızlaşmasına, değerini yitirmesine yol açar. O zaman hakkın hatırını taşımak, saymak gibi bir kaygı son derece nahif, iktidardan beslenemeyen ya da iktidardan dışlandığı için bu şekilde davranan baldırı çıplakların meselesi haline gelmiş olur. Eğer hakikat siyaseti güç mücadelesi olarak algılayanların meselesi değilse, o zaman bizim var olmamızın anlamında bir eksen kayması yaşanmıştır.

Abdulvahid Gezer: Belki de Bediüzzaman’ın bir dindar, hakiki anlamda bir siyasetçi olamaz ve bir siyasetçi de hakiki anlamda bir dindar olamaz demesi de bu yüzden.

Ahmet Yıldız: Elbette, eğer yalanla iç içeyse sizin siyasetten alacağınız doğru her zaman şüpheli ve muğlaktır. Şüphe ve muğlaklığı aşabilecek enstrümanlara da sahip değilseniz o zaman sizin... Din çünkü hakikat kaygısını temel kaygı olarak görür. Siz bunu ikinci plana iter ve siyasi çıkarlarınız gerektiğinde hakikati çarpıtır, gizler ya da bilinçli olarak tahrif ederseniz, o zaman burada hakiki bir dindardan söz etmemiz mümkün olmaz. Susarsınız mesela gördüğünüz bir yanlış karşısında, neden çünkü çıkarlarınız bunu gerektiriyor, o zaman sizin hak ve hakikatle ilişkiniz kopmuştur.

Abdulvahid Gezer: Teşekkürler hocam. Bugünkü bölümümüzde siyasette güven ve siyaset-yalan ilişkisi üzerine konuştuk. Önümüzdeki programda görüşmek üzere. Hoşçakalın.