İstibdat, İktidar ve Sonuç Odaklılık - (11. Bölüm)

25.09.2017

İSTİBDAT, İKTİDAR VE SONUÇ ODAKLILIK

Cam Kulübeden [11. Bölüm]

 

 

İnsanlar genellikle ellerle değil, gözlerle yargılanır. Çünkü herkes sizi görebilirken çok azı size dokunabilir. Herkes sizin nasıl göründüğünüze bakar oysa gerçekte çok azı sizin nasıl biri olduğunuzu bilir. Hem onlar da devletin başının koruduğu kalabalığa karşı gelmeye cüret edemezler. Sonuç olarak hükümdarlar fiilleri üzerinden değil, yalnızca bunların sonuçları üzerinden yargılanırlar.

Hükümdar, N. Machiavelli

 

Abdulvahid Gezer: Efendim hoş geldiniz. Cam Kulübeden’in bu bölümünde iktidar, istibdat ve sonuç odaklılık üzerine Ahmet Yıldız hocamızla konuşacağız. Hocam hoş geldiniz.

Ahmet Yıldız: Hoş bulduk.

Abdulvahid Gezer: Öncelikle şunu sormak istiyorum; genelde İslamcı düşünce içerisinde demokrasinin bir pagan icadı olduğu, Yunanlılar tarafından ortaya atıldığı için demokrasinin ve demokratik toplumun İslam düşüncesi ile pek de bağdaştırılabilir olmadığı fikri dolaşımda. Bunun yanında biz bunu konuşurken tabiî ki despotizmin de dolaylı olarak tevhid inancı ile bir şekilde ilişkilendirildiğini görüyoruz, alt metin olarak. İsterseniz buradan başlayalım. İstibdad ve İslam düşüncesi arasında neden böyle bir koşutluk kuruluyor?

Ahmet Yıldız: Tabi böyle bir yaklaşım son derece basitleyici bir yaklaşım. Çünkü herhangi bir fikrin, pratiğin ya da kurumun nerede doğduğu tek başına bir ölçü değildir. Eski Yunan’da doğan bir kurum veya pratiğin pekala Mısır’dan, Çin’den ya da Hindistan’dan etkilenmiş olması mümkündür. Hele küresel bir dünyada yaşadığımızı göz önüne aldığımızda herhangi bir düşüncenin doğduğu yer anlam taşımaz, çünkü o bir anda küresel dolaşıma dahil olur ve dolayısıyla da insanlar ihtiyaçlarına uygun geldiğinde, ondan yararlandıklarında onu kendilerine mal ederler. Dolayısıyla demokrasiyi de bir yönetim biçimi olarak değerlendirdiğimizde bu Eski Yunan’dan da bağımsız bir yönetim tarzı olarak karşımıza çıkar. Arkasındaki varlık ve bilgi anlayışını bir tarafa bırakarak değerlendirdiğimizde sonuç itibariyle Eski Yunan’da karşımıza çıkan demokrasi sadece sayı olarak çok olanların yönetimde iradelerinin esas alınmasına dayanır. Peki oligarşi Eski Yunan’a mı hastı, monarşi Eski Yunan’a mı hastı? Hayır. Dolayısıyla çoğu yerde gördüğümüz kadarıyla ya bir tane hükümranın iradesi hakim ya bir zengin ya da soylu azınlığın iradesinin hakim olduğunu görüyoruz. Nadiren de sayısal kalabalıkların iktidarı ele geçirdiklerini görüyoruz. Eski Yunan pratiğinin burada ayrışan tarafı, bu çoğunluk iradesinin aynı zamanda belli kurumsal mekanizmalar yoluyla siyasi iktidarı kontrol eder hale gelmesidir. Kaldı ki Eski Yunan’daki bu çoğunluk fikri kadınları, yabancıları içine almaz.

Abdulvahid Gezer: Köleleri de...

Ahmet Yıldız: Köleleri zaten içine almaz ki zaten nüfusun yaklaşık olarak yarısını köleler oluşturmaktadır. Dolayısıyla nüfusun yaklaşık beşte birinin temsiline dayalı bir yönetim tarzıdır. Ve bu doğrudan çokluğun ya da çoğunluğun yönetim anlayışını taşır. Modern demokrasi, temsili demokrasiden, katılımcı demokrasiye ve bunu uzatırsak diğer tartışma gündeminde olan demokrasi biçimlerine kadar hepsi bir yönetim tarzını temsil eder. Bu açıdan demokrasiyi münhasıran İslami ya da gayr-i İslami kılan her hangi bir unsurdan söz edemeyiz. Çünkü İslami açıdan değerlendirdiğimizde, İslami ilkeler açısından baktığımızda elbette çoğunluğun iradesi göz ardı edilemeyecek bir kriterdir. Ama çoğunluğun iradesi hiçbir zaman—yani buna icma-i ümmet deyin, efkar-ı amme deyin ne derseniz deyin—gözardı edilebilecek bir unsur değildir. Ama tek başına çoğunluğun iradesi yönetim biçimini tayin edebilecek bir niteliğe sahip değildir. Dolayısıyla bu tartışma çok anlamlı bir tartışma değildir. O zaman Batıda çıkan hiçbir şeyi kullanmayın. Mesela siyasi partiler Batılı bir kurumdur, anayasalar da bu anlamda Batılı kurumlardır. Anayasalı bir devlet de olmasın, niye, Batıya benzemeyeceğiz! Bu çok anlam taşımaz. Kıyafetinizden yaşama biçiminize, yediğinizden eğlenme biçiminize kadar küresel bir dünyada herkes etkileşim halindedir. Günümüzde dolayısıyla Batılı-Doğulu kavramları da anlamlarını yitirmiştir. Önemli olan bu pratiklere sizin yüklediğiniz anlam, taşıdığınız ahlaki çerçevedir.

Abdulvahid Gezer: Bu anlamda Batı siyasi literatüründe de oldukça kuvvetli bir yer edinmiş olan Doğu despotizmi ifadesi yani bir oryantalist bakışla sadece İslami olan değil, bilimum Doğu toplumlarını tanımlamak için kullanılan bu ifade aslında hem Oryantalizmle suçlandığı kadar hem de İslamcı aydınlar içerisinde bir alt metin olarak kabul de görmüş diyebiliriz herhalde.

Ahmet Yıldız: Aslında belki öyle düşünülebilir ama genel olarak İslam’la istibdat arasında genel olarak bir zati ilişkiden söz edemeyiz. Ama tarihi bir ilişkiden söz etmemiz maalesef mümkün. Çünkü Müslüman toplumlarda özellikle Emeviler’den itibaren hanedan yönetimlerinin ortaya çıkması, siyasi iktidarı kullanma hakkının doğrudan bir aileye, hanedana verilmesi ve bu ailenin perspektifi, düşünceleri ve tercihleri üzerinden toplumların yönetilmesi istibdatla, despotizmle saltanat yönetimleri arasında ikiz bir ilişkinin doğması sonucunu doğurmuştur.

Abdulvahid Gezer: Peki nasıl bir toplumsal zemin bu istibdadı üretmiştir, biraz bunu kurcalayalım isterseniz.

Ahmet Yıldız: Bu açıdan baktığımızda mesela Muhammed Abid elCabiri’nin kavramlaştırmalarından hareket ederek ifade edersek esasında bir toplumu meydana getiren ferdlerin kendilerini topluma ait hissetme biçimleri, aidiyetlerin neyin üzerinden kurulduğu önemli. Bunu din üzerinden mi kuruyorsunuz, sınıf üzerinden mi kuruyorsunuz, milliyet ya da kavmiyet bağı üzerinden mi kuruyorsunuz? Bu çok belirleyici bir unsur. Dolayısıyla bu unsurlar öne çıktığında diğer unsurları belirleyebilecek, çerçeveleyebilecek bir nitelik taşıyor. Ekonomik çıkar ve menfaat güdüsü de sonuç itibariyle siyasi iktidarı belirleyen bir unsur olabilir. Bunlar etkileşim halindeler. Ama, bütün bunların dışında akide olarak ifade ettiği ve İslam’ın yönetime getirdiği adalet, ehliyet, liyakat, şura, rıza gibi kavramlar ve kurumlar üzerinden düşündüğümüzde, akidenin belirleyici olduğu bir yönetim tarzı da düşünebiliriz. Bu üçünün etkileşiminden çıkan görüntü aslında Müslüman toplumların yaşadığı yönetim biçimi ve tarzını belirlemiştir. Eğer yöneticiler çoğunlukla kendi çıkarlarını öne çıkarmışlar ve bu çıkarları da belli bir topluluk üzerinden tanımlamışlarsa—Emeviler örneğinden hareket ettiğimizde—“Müslümanların” ekonomik çıkarını diğer bütün yönettikleri toplulukların ekonomik çıkarlarının üzerine almışlarsa, öncelemişlerse ve bu çıkarı dahası doğrusu Arap ve Ümeyyeoğulları üzerinden tanımlamışlarsa, o zaman akidenin geri plana itildiğini, bunun yerine kabilenin ve ganimetin ekonomik motiflerinin öne çıktığını söyleyebiliriz. Bunu bütün Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı asırları üzerinden de düşünebiliriz. Saltanat teorisinin kendisi zaten siyasi meşruiyet konusunda bize hiçbir fikir vermez. Çünkü bunu sadece ilahi bir mevhibe olarak değerlendirir. Bir tür devlet kuşudur saltanat, yönetme gücü. Dolayısıyla bir aileye nasip olmuştur. Kader bunu ona tevdi etmiştir. Gerieye kalanlara da buna uymak düşmektedir. Üstelik bunu sınırlayan hiçbir unsur da mevcut değildir. Dolayısıyla Müslüman toplumların siyasi tarihine baktığımızda, siyasi iktidarı hukuk devleti olarak ifade edebileceğimiz bir mekanizma tarafından dengelenmesi, şeraitin böyle bir fonksiyon üstlenmesi elbette zaman zaman mümkün olmuştur ama bu imkan ulemanın siyasi iktidardan bağımsız olabildiği ölçüde gerçekleşmiştir. Fakat siyasi iktidar yayılmacı ve bulaşıcı olduğu için de kendisine dönük olumsuzlayıcı yaklaşımları her zaman bertaraf etmek istemiştir. Dolayısıyla siyasi istibdadın olduğu yerde hiçbir zaman ilmi özerklik de olamayacağı için beraberinde siyasi iktidarın kendi ilmini, kendi alimini ürettiği bir siyasi yapı karşımıza çıkmıştır.

Bu yüzdendir ki Müslüman toplumlara baktığımızda Ehl-i Sünnet geleneği dışında çok farklı itikad ve ameli pratiklerin geleneklerin ortaya çıktığını ve bunların sordukları sorular üzerinden tatminkar cevap alamamalarının bunların varlıklarını sürdürmelerinin son derece önemli hale geldiğini görüyoruz. Çünkü baskı rızaya dayanmaz. Dolayısıyla üretilen soruların karşılığını üretmez. Serbest bir ortamda düşünce üretilemediğinde de o zaman ilim ortaya çıkmaz, taklit hakim olur. Siz resmi olarak kabul edilen, techiz edilen, yaygınlaştırılmaya bir düşünceyi, bir geleneği, bir mezhebi sadece yeniden üretirsiniz. Bunu tekrar eder ve devam ettirirsiniz. Aksi takdirde siz kendinizi riske atmış olursunuz, ikbal kapıları size kapanır. Kendinizi riske atmanızın beraberinde getirdiği sonuçlar muhtemelen dayanılmazdır. Dolayısıyla ilim üretilemez, sadece belirlenmiş parametreler içerisinde kabul edilen doğruların tahkimine yönelik bir taklidi faaliyet yürütülmüş olur. Maalesef içtihad kapısının kapanmasında böyle bir esprininde son derece belirgin bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.

Şunu hatırlamak da fayda olabilir; mesela Abbasi döneminde Mutezili düşüncenin resmi akide olarak beninmsendiği 40 yıllık dönemde Memun zamanında Beytü’l-Hikme’nin kurulduğunu görüyoruz. Hikmet evinin kurulmasında ve Yunan klasiklerinin Arapçaya tercüme edilmesindeki ana motif ilme duyulan düşkünlük değil, bilakis siyasi otoritenin karşı karşıya kaldığı batıni karakterli meydan okumalara karşı felsefi gelenekten yardım isteme, ondan istimdat dileme ihtiyacının tetiklediği bir durumdur. Ve İslam düşüncesinin henüz tebellür etmediği, netleşmediği ve kitlelerin fikirlerinde ve akıllarında kökleşmediği bir zamanda bu klasiklerin tercüme edilmiş olması Yunan felsefe geleneğinin doğrudan İslam akidesine nüfuz etmesi gibi bir sonucu doğurmuştur. Amaç nedir, siyasi iktidara yönelen tehditleri ideolojik olarak bertaraf edilmesidir. İdeoloji ve ilim birbirinden farklı şeylerdir. Burada ilim ve ideolojiyi yine tırnak içinde kullanayım. Dolayısıyla siz Batıniliğe karşı mücadele ederken bunu felsefeyi devreye sokarak, felsefi gelenek üzerinde elde ettiğiniz bir takım malzemeyi, mühimmatı deyim yerindeyse kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. İlmin tamamen araçsal hale geldiğini görüyoruz. Aslında mesela Sovyet Rusya’sındaki Proletarya bilimi, Nazi Almanya’sındaki Nazi bilimi, Kemalist Türkiye’deki neredeyse Kemalist bilim olarak adlandırabileceğimiz yaklaşımlar da bu yaklaşımın izdüşümleridir. Dolayısıyla otoriterlik, istibdat hiçbir zaman serbest düşünceye hayat alanı tanımaz, ilmi gelenek de burada hayat bulamaz. Hele Ulema ki Peygamberlerin mirası dolayısıyla insanlara İslam’ı doğru ve güzel bir şekilde hikmetle tebliğ etme mirasını yüklenmiş olan bu sınıf siyasi otoriteden bağımsızlaşmadığında fonksiyonunu kaybeder, ulema-i su haline gelir. Müslümanlar için güzel bir örnek teşkil etmekten ve hakkı tebliğ etmekten çok hakkın örtülmesinde birer araç haline gelirler.

Abdulvahid Gezer: Bu anlamda baskı rızaya dayanmaz dedik. Ama aynı zamanda kendisini meşrulaştırmak için bir takım araçları kullanmaktan da çekinmiyor gördüğümüz kadarıyla. Ve bunları ideolojik aygıtlar olarak kendi meşruiyet alanını kurmak için kullanıyor herhalde?

Ahmet Yıldız: Topluma bırakabildikleri serbest alan, kendi iktidarlarını tehdit etmeyecek şekilde belirlenmiş bir alandır. Mesela, Emevi geleneğinde bu, düşünce ve ifade hürriyetine kısmi olarak atfedilen serbestiyettir. Bu serbestiyet Emevi iktidarına dönük eleştiriler eyleme dökülmedikçe, örgütlü hale gelmedikçe takip altında tutulmuş ama doğrudan müdahaleye veya kovuşturmaya maruz kalmamıştır. Ama şu örnekleri görebiliyoruz, mesela Abdulmelik bin Mervan’ın bundan sonra kimsenin kendisine Allah’tan kork demeye cesaret edemeyeceğini, cesaret edenin de kellesini alacağını söylemesi, ulema sınıfına genel olarak da halka büyük bir gözdağıdır. Bunun anlamı şudur; Allah’ın rızasını ben belirlerim, neyin Allah’ın rızasına uygun olduğunu ben tanımlarım. Dolayısıyla siyasi iktidarın dini de tanımladığını, dini kendi iktidarına uyacak bir şekilde belirlemeye çalıştığını görüyoruz. Elbette bu geleneğe itiraz eden, bunun dışında kalan ve özerk varlığını uğradığı bütün zulümlere rağmen devam ettiren ve cemaati esas alarak sünneti ibka eden bir gelenek her zaman varlığını sürdürmüştür. Ama bu her zaman belirleyici olamamıştır.

Abdulvahid Gezer: Bunun düşünsel alt yapısı olarak yani bu baskının uygulayıcısı olan iktidarların herhalde temel motivasyonu bir güç temerküzü ve bir çıkar odaklı siyaset düşüncesi anladığım kadarıyla. Peki nasıl oluyor da İslam veya başka bir din olsun veya bir din dışında herhangi bir ahlaki öğretiyi temel alarak yola çıkmış olsunlar, böyle bir öğretinin sahipleri, ilkesel bir amaç içerisinde yola çıkarak nasıl oluyor da bu amaçları bir kenara bırakıp iktidarın kendisine yani yola çıkarken araç olarak gördükleri şeye bu kadar bağlı hale geliyorlar?

Ahmet Yıldız: Temel mesele insanın nefsiyle ilişkili elbette. Hangi rejim altında yaşarsanız yaşayın nefsiniz hep beraber sizinledir. Ve kötülüğü emreden nefisle mücadele araçlarını sağlıklı bir şekilde tanımlamamış, güçlü bir arka plana yani imana ve bilgiye dayanmıyorsa sizin nefsinizin hakimiyeti altına girmeniz oldukça kolaylaşır. Bu yönetimin adının İslam şeriatıyla ilişkilendirilmesi, teokratik bir yönetim olması, Vatikan, Hristiyan Orta Çağında olduğu gibi çok bir anlam taşımaz. Her türlü nefsi dolayısıya da ilahi olanı reddeden bir pratik dolayısıyla bunu altında kendisine sığınacak bir yer bulur. Dolayısıyla siz dini sahiplenip beşerileştirdiğinizde, dini belirleyici bir otorite haline geldiğinizde din zaten sizin himayenizde var olan bir kurum haline dönüşür. Dolayısıyla devlet-din ikiliği olarak ifade ettiğimizde ya da beraberliği olarak ifade ettiğimiz ikiz ilişki, aslında son derece problemli bir alanı bize hatırlatır. Çünkü dinin devletin ihtiyaçlarına ve maslahatına göre biçimlendiğini ve ona göre toplumda fonksiyon icra ettiğini bize hatırlatır. Devlet yoksa din yoktur anlayışı dine hizmet etme, dinin sahibinin Allah olduğunu unutarak dini temellük etme anlayışını ifade eder ve bu da aslında istibdadın kaynağıdır.

Çünkü sonuç odaklı olarak samimi olduğunuzu düşündüğümüzde bile, siz belli bir neticenin ancak kendi iktidarınız üzerinden gerçekleşebileceğini varsayarak, dolayısıyla sebeplere tesir vererek, kendinize, kendi ailenize ya da kendi oluşturduğunuz iktidar aygıtına bu fonksiyonu atfederek, bu olmazsa Allah’ın rızası da gerçekleşmeyecek, Allah’ın dini de varlığını sürdüremeyecek diyerek bir tür rabblik taslayarak siz bunu gerçekleştirmiş olursunuz. Oysa temel problemi bir süreç olarak tanımladığınızda mesele sadece Allah’ın rızasına uygun yaşama çabasıdır. Biz nisyandan alındığımız için nisyana müptelayız. Unutuyoruz, insan unutkan bir varlıktır, aciz bir varlıktır, eksik bir varlıktır. Ama kemale talip olan bir varlıktır. Bu kemal yolculuğunda nereye kadar gidebilirse kendisinden istenen ilim ve dua vasıtasıyla kemal yolculuğunu tamamlayabilmesidir. Ama siz diyorsunuz ki hayır, bu bir yolculuk değildir, bu bir süreç değildir, bu bir sonuçtur. Ve bu sonuç da benim söylediğimdir, benim belirlediğimdir. Benim yönetimim olmazsa, benim istediklerim yönetmezse veya benim istediğim gibi yönetilmezse bu gerçekleşmez. O zaman gerçek anlamda siz tevhidle değil şirkle yakınlık kurmuş olursunuz. Böyle bir yönetim istediği kadar İslami bir görüntü taşısın şirke dayalı bir yönetim haline gelmiş olur. Dolayısıyla kendinize vesilelik dışındaki vesileler birer duadır. Bir fonksiyon atfedemezsiniz dolayısıyla sonuç odaklı olarak düşünemezsiniz. Allah dinine herkesi hizmet ettirir, sizi de ettirir, bir fasıkı da, bir faciri de hizmet ettirebilir. Dolayısıyla onun dininin sorumlusu siz değilsiniz. Sizin sorumlu olduğunuz şey sadece O’nun rızasını esas almaktır, o kadar. İnsanlarla ilişkilerinizde yönetim gücünü kullanırken O’nun rızasına aykırı düşmemeye çalışmaktır. Bunu gerçekleştirdiğinizde muhtemelen topluma da bunun yansıması gerçekleşecek ve toplum da bunu sizden alıp böyle bir yaklaşımı tersinden üretecektir. Ve yöneten-yönetilen ilişkisi bunun üzerinden değerlendirilecektir. Adalet de budur. Ama saltanat düşüncesiyle birlikte Müslüman dünyasına hakim olan despotik anlayış maalesef sonuç odaklı bir yaklaşımla yöneticileri birer şirk unsuru haline sokmuş ve Allah’ın dininin koruyucuları haline gelmiştir.

Abdulvahid Gezer: Programın başında Machiavelli’den bir alıntı yapmıştık. Demişti ki; insanlar hükümdarları yaptıklarıyla değil yaptıklarının sonuçlarıyla yargılarlar. Yani burada biraz evvel sizin dediğinizin tersi bir iddia da bulunuyor Machiavelli. Süre gelen bir tartışmadır; sonuçlar hareketleri meşrulaştırır mı, araçları meşrulaştırır mı tartışması. Ama siz anladığım kadarıyla diyorsunuz ki; Harzemşah örneğinde olduğu gibi bir insan, bir yönetici kendisinin vesileliğini unutmadığı müddetçe yani kendisi sonuçları değil de sürecin kendisine odaklandığı müddetçe, onun yöneticisi olduğu toplum da kendisine uyacak ve o da kendisini yaptıklarının sonuçlarıyla değil yapış tarzıyla, usulüyle yargılamaya başlayacaktır. Böyle mi anlıyoruz?

Ahmet Yıldız: Evet şimdi Machiavelli’nin problematiği, temel meselesi iktidar. İktidar üzerinden değerlendirdiği için, sıradan insan gözüyle düşünür, sonuçları üzerinden değerlendirir der. Ama bu sonuçlar üzerinden değerlendirme iktidarla ilişkili bir kavramlaştırmadır. Eğer siz iktidarı temel mesele olarak görüyorsanız zaten süreç odaklı bakamazsınız. Başarı tanımlamanız da süreç odaklı olmaz. Oysa nasıl ki kestiğiniz kurbanın kanı, kemiği değildir Allah’a ulaşan, sizin O’na yakınlaşma niyetinizdir, değer taşıyan da odur Allah katında. Bizim de Allah katında değer taşıyan neyimiz var, niyetimiz var, irademiz var ve bu iradeyi amele aktarmak, pratikleştirmek cehdimiz, çabamız, gayretimiz var. Bunu yapabildiğimiz sürece biz yaradılış gayemizi gerçekleştirdiğimizi umarız. Ama sürekli bu çaba ve cihet içerisinde oluruz bu bir süreklilik arz eder. Oysa siz sonuç odaklı değerlendirirseniz, kendinizi rabb yerine koymuş olursunuz. Hem ilahlaştırmış olursunuz çünkü son tahlilde egemen olduğunuzu iddia edersiniz hem de rabb olduğunuzu en iyi şekilde toplumu yönlendirebilme, biçimlendirebilme otoritesinin sizde olması gerektiğini, ancak bu şekilde bunun gerçekleşebileceğini düşünürsünüz.

Kısacası; sonuç odaklılık tevhid düşüncesinin asla kabul etmeyeceği ve onunla bir araya gelemeyecek bir yaklaşım biçimidir. Bu yüzden toplumda meydana gelen değişimleri mutlak olarak kendi kontrolünüzde tutma ve kendi iktidarınızı dayatma, kabul edilemeyecek bir şeydir. Şu anda mesela İran siyasi sistemine baktığınızda bunu bir huni biçiminde düşünebilirsiniz. Alt tarafın oldukça geniş olduğunu, yukarıya doğru giden huni kısmın son derece daraldığını görüyorsunuz. Bu ne demektir, siyasi iktidarı doğrudan son derece sınırlı bir kesim kendi kontrolünde tutmakta, diğerlerini de bu huninin üst kısmına uyduğu sürece oyuna dahil etmektedir.

Abdulvahid Gezer: Uluslararası ilişkilerin temel metinlerinden birisi, siz de bilirsiniz, Tukidides’in The Melian Dialogue’u vardır. Bu diyalogda Atinalılar Melos halkına giderler ve şehri, adayı teslim etmelerini isterler kendilerinden. Fakat adanın yöneticileri toplanıp şöyle bir cevap verirler; biz hem tanrıların bizimle olduğuna inanıyoruz hem haklı olduğumuzu düşünüyoruz, bu yüzden size teslim olmayacağız. Atinalılar tabi bunu alaya alarak derler ki; isterseniz siz haklı olduğunuzu düşünün veya tanrıların sizinle olduğunu düşünün ama aynı zamanda bizim tanrılarımız da bizimledir derler ve haklılığın değil de gücün önemli olduğunu söyleyip dönerler Atina’ya ve hikayenin sonunda öğreniriz ki Atina gerçekten de Melos adasını ele geçirmiştir ve Tukidides de sonuç olarak bize bugünkü realist perspektifin özeti diyebileceğimiz sözü söyler: “Sizin haklı olup olmadığınız önemli değildir. Sonucu belirleyen şey güçlü olan taraftır.” Fakat ben o metni okurken şöyle bir şeyin farkına varmıştım. Melianlılar aynı zamanda bir başka sonuca atıf yapıyorlar yani onların da kendi içlerinde bir sonuç odaklılıkları var ki biz eğer, yani onlar için tanrı biz Müslümanlar için Allah, nasıl ki ahiret inancımız var bizim, o yüzden bizim günlük hayatta sorumlu olduğumuz işleri yapış tarzımız aslında bir başka yönden bizim için bir sonucu da belirlemiş oluyor. Yani dünya sonrası için biz buradan kendimize bir yük hazırlıyoruz. O anlamda Müslümanın reel politik siyasete, öyle bir tuzağa düşmemesinin altında şey olması gerektiğini düşünüyorum, bir başka sonuç odaklılık. Yani bu dünya sonrasına odaklanmak. Müslümanın devlet, siyaset işlerinde sürece odaklanmasının aslında altındaki bir başka temel olabilir.

Ahmet Yıldız: Tabi Müslüman ferdin davranışını belirleyen temel görü ümit ve korku arasında olmaktır. Bu anlamda da bir sonuç odaklılıktan bahsedemeyiz. Çünkü cennet bizim amellerimizin karşılığı değildir, ama cehennem bizim amellerimizin karşılığıdır. Bu açıdan baktığımızda bizim sonuç odaklı olarak değerlendirebileceğimiz tek kavram ihlastır. Yani O’nun rızasına talip olmaktır. Bunu başarıp başaramayacağımızı da biz bilemeyiz, bunu garanti de edemeyiz. Ama her zaman bundan ümitli oluruz. Fakat bunu başaramadığımız endişesi ve kaygısını da taşırız. Bu yüzden duyarlığımızı bu konudaki çabamızı, gayretimizi de sürekli kılarız. Müslümanın elbette ki asıl gayesi dünya değildir, sonsuz dünyaya dönük hazırlıktır. Bu dünya da o dünyaya hazırlanmak için bir hazırlık yeridir. Bir imtihan vesilesi olarak değerlendirdiği bu dünyayı, en iyi şekilde bu espriye uygun olarak değerlendirmeye ve yaşamaya çalışır. Bu, siyasi yönetimler için de geçerlidir. Siyasi iktidarların da bu kaygı, bu endişe ve bu espri üzerinden otoriteye, güce, iktidara yaklaşmaları beklenir. Ancak bunu kaybettikleri anda despotizme yönelmeleri mümkündür.

Despotizm bu açıdan tevhid düşüncesine ve İslam toplumlarının iktidar planında geri kalmasına da, Müslüman toplumların yetişkin toplumlar—deyim yerindeyse—haline gelmemesinde ve sonuç itibariyle sömürgecilerin avı haline gelmesinde çok önemli bir rolü vardır. Çünkü istibdat insanı ümitsizliğe düşürür. İnsanı insan olmaktan çıkarır,. Çünkü düşünebilen, düşündüğünü fark edebilen, düşündüğünü ifade edip başkalarıyla paylaşabilen dolayısıyla ahlaki bir tercih yapabilen bir varlık ancak hür olabilir. İstibdat ise bunu ortadan kaldırır. Sizi otomatlaştırarak ahlaki bir varlık olmaktan çıkarır. Deyim yerindeyse hayvani bir varlık düzeyine taşır. İnsan olmak çünkü irade kullanmayı gerektiren bir şeydir. Sizi iradesizleştirerek, bir aparatın parçası haline getirerek, sizden sadece tebaiyet isteyerek sizi insan olmaktan uzaklaştırır. Bu da Müslüman toplumların kendi dinamizmini yitirmesine, nemelazımcılığına, tembelliğine, tekasüli tevekkül anlayışının yaygınlaşmasına sebep olan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Böyle bir duruma geldiğinizde yabancı güçlerin modern bilimin eşliğinde sömürgeci bir misyonla kapınıza dayandığında karşı koyabileceğiniz kolektif bir enerjiniz, ortak bir aklınız olmadığı için son derece sınırlı bir güçle karşılık vermek durumunda kalırsınız. Dolayısıyla Müslüman toplumların sahip olduğu sinerji, istibdat rejimleri ile yok edilmiştir. Adeta çöle akan su gibi çölün kumlarında yok olup gitmiştir. Bunu önleyebilmek için Müslümanların ortak akla, husumet dilini bırakarak muhabbet dilini benimsemeye, tek kişinin vehimleri, korkuları, endişeleri tahayyülü, taakkulu üzerinden değil bütün Müslümanların ortak irade ve akıllarıyla oluşacak bir kamuoyunun denetlediği, belirlediği ve yönlendirdiği bir perspektiften politika belirlemeye, dolayısıyla da Müslümanların doğruyu ararken yardımlaşmasına dayanan ve bu yardımlaşmanın bağlayıcı bir şekilde ifade edildiği bir meşveret sistemine ihtiyacı vardır. İstibdat bütün bunları ortadan kaldıran, iktidarı kişiselleştiren, tek görüşe dayandıran, o kadar insanın aklını yok sayarak sıfırlayan ve iradesizleştiren, bu yüzden de Müslüman toplumların atıl hale gelmesi, “dünyevi anlamda” da gelişememesinin en önemli sebeplerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Abdulvahid Gezer: Peki şunu sormak istiyorum ben. Bir güç temerküzünden bahsediyoruz istibdattan bahsederken. Aynı zamanda bir muhalefet yokluğundan bahsediyoruz. Yani gücü tamamen eline alabilmiş bir iktidar, bu istibdadı sürdürülebilir kılabilir mi? Yoksa gücün doğasında paylaşılmak mı vardır? Veya aynı zamanda muhalefet için de düşünürsek yani aklı olan insanın her zaman muhalefet etmeye bulabileceği bir kapı var mıdır? Kısaca istibdat sürdürülebilir midir?

Ahmet Yıldız: Mülk devleti teorisi açısından düşündüğümüzde İbn-i Haldun’un, bunun sürdürülemez olduğunu görebiliyoruz. Organik ya da biyolojik devlet anlayışı üzerinden iktidara dayanan bir devletin hayat aşamaları var. Ki hepsi en fazla 100-150 yıl sürebilecek bir ömre tekabül eder. Dolayısıyla yeni doğan, gençlik dönemini yaşayan, olgunluk dönemine gelen, zayıflayan ve giderek ölüme maruz kalan bir siyasi yapıdan bahsediyoruz. İstibdat yönetimin kendi dinamikleriyle despotik rejimlerin kendi dinamikleri onu sürdürebilecek sürekli bir asabiyete ve onu devam ettirebilecek bir rant ekonomisini gerekli kılar. Toplum içindeki farklı kesimlerin eğer örgütlenebilirse ki bu daha çok farklı asabiyetlerin varlığı anlamına gelir ya da dış tehditlerin varlığı ya da ekonomik kaynakların paylaşılmasının sürdürülebilirliği üzerindeki kısıtlar istibdat yönetimlerin zorunlu olarak zaten—eğer başka faktörler tarafından ortadan kaldırılmazsa—sürdürülemez hale getirir. Bu anlamda sorulabilecek farklı sorular olabilir elbette, ancak bu kaynakların son derece menfi bir şekilde dar bir grubun çıkarları için kullanılması anlamına gelir. Bu anlamda baktığımızda, aslında bunu Osmanlı üzerinde uygularsak bunun bir sürü unsurunu görebiliriz. Çok farklı unsurlarını değerlendirebiliriz. Ama Osmanlı Devleti elbette sadece istibdatla değerlendirilebilecek bir devlet değil. Bir imparatorluk olarak Osmanlı Devleti’nin kendi ürettiği bir kurumsallaşma söz konusu ve bu kurumsallaşmanın beslendiği kaynaklar var. Bu kaynakların siyasi iktidarla etkileşimi sonucunda Osmanlı Devleti’nin belli bir güce ve ömre sahip olduğunu görüyoruz. Bunu sadece İslam’la ilişkisi üzerinden de tanımlayamayız, bunu da unutmamak gerekir. Ama netice itibariyle İslam’ın iktidarın ve devletin bekası açısından en önemli meşruiyet referansı olarak hem başlangıçta hem sonda kullanıldığını söyleyebiliriz. Fakat her hâlükârda istibdat arttıkça Müslüman toplumların sinerjisinin söndüğünü, azaldığını ve kendi kapasitesinin çok uzağında, ulaşabileceği kemal düzeyinin çok altında bir yerde takıldığını söylememiz mümkün. Nitekim 16. yy’dan sonra Batı’da ortaya çıkan sanayi devriminin beslediği emperyalist emellerin Müslüman dünyayı bütünüyle sömürgeleştirmesi bunun çok açık bir örneği.

Abdulvahid Gezer: Hocam teşekkürler. Bu bölümde istibdat, iktidar ve sonuç odaklılık üzerine konuştuk. Cam Kulübeden’in bir sonraki bölümünde görüşmek üzere, hoşçakalın.