Hürriyet, Muhalefet ve Ahlak - (12. Bölüm)

09.10.2017

HÜRRİYET, MUHALEFET VE AHLAK

Cam Kulübeden [12. Bölüm]

 

 İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. İnsanlar hür oldular ama yine abdullahdırlar. Her şey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis, mani-i herkemaldir. “Neme lazım, başkası düşünsün” istibdadın yadigarıdır.

Münazarat, Bediüzzaman Said Nursi

 

Abdulvahid Gezer: Efendim hoş geldiniz. Cam Kulübeden’in bu bölümünde; hürriyet, muhalefet ve ahlak başlıklarını Doç. Dr. Ahmet Yıldız hocamızla konuşacağız. Hocam hoş geldiniz.

Ahmet Yıldız: Hoş bulduk

Abdulvahid Gezer: Öncelikle hürriyet kavramını ele alalım isterseniz. Hürriyet nedir, insanın hür olmasıyla siyaset arasındaki ilişki nedir? Bunları dinleyelim ardından, diğer başlıklara geçeriz.

Ahmet Yıldız: Hür Arapça bir kelime, dolayısıyla köle olmayan anlamına gelir. İnsan elbette hür olarak doğar. Bu hürriyetin niteliği, kime karşı, neye karşı olduğu elbette farklı bir tartışma konusu. İnsanın ihtiyaçlarından bağımsız olması da bağımsızlaşması da bir hürriyet biçimidir. Dolayısıyla hürriyeti tanımlamak çok temel problem alanlarından birisidir. Ama şunu söyleyebiliriz; insanın günlük hayatını düzenleyen temel değerler içerisinde adalet kadar önemli olan bir değer de hürriyettir. Dolayısıyla biz günlük hayatta insan olarak etkileşimde bulunurken hür ve serbest bir ortamda bunu yapmak isteriz. Kendimizi hür hissetmediğimizde insanlığımızın gerçekleşmediğini, ortaya çıkmadığını, insanlığımızdan bir şeyler kaybettiğimizi düşünürüz. Dolayısıyla insan olmakla hür olmak arasında doğrudan bir ilişki var.

Hürriyetin ne olduğu farklı şekillerde tanımlanan, tartışılan bir konu olmakla birlikte günümüzde genel geçer yaygın hürriyet anlayışı, liberal hürriyet anlayışı olarak karşımıza çıkıyor. Bireysel ölçekte ortaya çıkan bir hürriyet elbette bu. Biz kolektif ya da siyasi düzeyde hürriyeti tanımladığımızda, devletler için hürriyetten söz ettiğimizde biz bunu bağımsızlık olarak anlarız diğer ülkelere karşı ve içeride de modern anlamda egemen devleti hür devlet olarak kabul ederiz. Dolayısıyla devlet bağlamında hürriyet kavramını kullandığımızda egemenlik ve bağımsızlık kavramlarıyla karşılaşırız. Ama fertten bahsettiğimizde ferdin hürriyetinin ne anlama geldiği, elbette ideolojik ve dini açılardan bakıldığında farklı yaklaşımların konusu yapılabilir.

İdeolojik açıdan hakim olan anlayış; kişinin kendi kendisinin efendisi olduğu, kendi çıkarlarını en iyi kendisinin belirleyebileceği, dolayısıyla kendi kaderine hakim olan, onu çizebilen, senaryosunu kendisinin yazdığı bir hayata sahip olması anlamına geliyor. Kişi kendisi için iyi olanın, kötü olanın hakemidir. O belirlediğinde ancak hür olabilir. Bunu modern liberal anlayış kamusal alan-özel alan ayrımı üzerinden tanımlayarak kişinin kemali anlamda hürriyetini özel alana taşır ve kamusal alanda bir takım sorumluluklarla sınırlanabileceğini düşünür bu hürriyetin. Dolayısıyla kişi kısıtlılıkları, sınırlılıkları diğerlerinin de var olabildiği bir ortam olarak kabul etmek durumundadır. Ama özel alanda kendisinin belirlediği doğrularla yaşar ve burada bütünüyle serbesttir.

Soru şu; insan sahip olduğu ya da sahip olur göründüğü hayatı nereden edinmiştir? Bu hayat kendisine aitse elbette bu bu şekilde düşünülebilir. Ama İslam inancının bize verdiği bakış açısı, yaratılmış bir varlık olarak insanın Rahman suretinde yaratıldığı ve ibadetler aracılığıyla Allah’ın isimlerine en güzel şekilde ayine olmak amacıyla bu dünyaya gönderildiği şeklindedir. Eğer bu şekilde yaratılmış ve Allah’ın isimlerinin en camii şekilde kendisinde tezahür ettiği bir varlık olarak değerlendirirsek insanı, insanın hürriyeti doğrudan Allah ile olan ilişkisi üzerinden tanımlanabilir. Bu da insan ancak Allah’a kul olduğunda, diğer bütün varlıklardan bağımsızlaşacağı, özerkleşeceği ve serbestleşeceği için ancak kullukla ortaya çıkar. Dolayısıyla kullukla hürriyet aslında İslami açıdan bakıldığında müteradiftir, eş anlamlıdır. Çünkü Allah’a kul olan kişi diğer insanlardan bağımsızlaşır, Allah’a kul olmayan kişi diğer insanların kulu haline gelebilir. İnsanlara karşı hür olmak dolayısıyla Allah’a karşı kul olmayı gerektirir. Aynı şekilde Allah’a karşı kul olmak insanlara karşı hür olmayı zorunlu kılar. Eğer şirkten uzaklaşacak, bir başkasına Rablik vermeyecekse.

Bu bir başkası bizim dışımızdaki insanlar olabileceği gibi bizim kendi nefsimiz de olabilir, kendi benliğimiz de olabilir, kendilik duygumuz da olabilir. Eğer biz kendilik duygumuzu onunla birlikte, nefsimizle birlikte, heva ve hevesimiz de, kendi ahlaki doğrularımızın ölçüsü haline getirirsek o zaman nefsimizi ilah edinmiş oluruz. Heva ve hevesini ilah edinenler kategorisinde olmuş oluruz. Bu açıdan Allah’la ilişkiyi, aşkın olanla ilişkiyi yok sayan bir hürriyet anlayışı bütünüyle beşeri bir hürriyet anlayışıdır. Ve bu anlamda diğer ideolojiler insanları ne kadar bağımlı kılıyorsa, en az o kadar bağımlı kılan bir yaklaşımı içerir. Kısaca ifade edersek aslında nefsine karşı hür olamayan, rezil bir istibdadın pençesi altında yaşamakta, kendisine ait olmayan hayatı çalarak omzuna yüklenmekte, taşıyamayacağı muazzam bir yükün altında ezilmekte ve bu dünyada insanı bir haz otomatı haline getiren kısa sürelik ömürden sonra da geride hiçbir şey bırakmayarak gitmektedir. Oysaki kulluk insanı her şeyle ilişkili kılan, her şey Allah’ın mülkü olduğu için her şeyde kardeşlik ilişkisi üzerinden temas etmesini sağlayan, Allah’ın bizden istediğini ve O’nu tanıma biçimimizi diğer varlıklar üzerinde ortaya çıkan isimleri üzerinden mümkün kılan, dolayısıyla kelebekle de, ağaçla da, timsahla da, dağla da, ırmakla da bir ünsiyet ilişkisi geliştirerek tevahhuş duygusunu, yabancılık duygusunu ortadan kaldıran, kendisini evinde hissetmesini sağlayan, varlıklar arası ilişkileri kardeşlik üzerinden algılayan bir zemine taşır bizi. Bu açıdan eğer kulluk ilişkisi ve tanımlaması yoksa kişinin nereden ve nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde bu dünyadan atılan, ne zaman ve ne şekilde öleceği bilinmeyen bir şekilde bu dünyadan giden, sürekli olarak hayati tehlikeye maruz, ihtiyaçlarını karşılama çabası içerisinde sürekli gayret sarf eden zavallı ve aciz bir varlıkla karşılaşırız.

Abdulvahid Gezer: Modern anlamda hürriyeti düşündüğümüz zaman onun karşısına diyalektik olarak güvenlik endişesi konuluyor gördüğümüz kadarıyla. Bir özgürlük ve güvenlik çatışması kurulmuş durumda. Devlete karşı bireyin özgürlüğü, kolektif olarak toplumun güvenliği söz konusu olduğunda kısıtlanabilir gibi bir düşünce hakim ama bu İslami anlamda baktığımız zaman özgürlüğün en temelinde onu denetleyen bir kulluk inancı olduğunu söyledik. Bu anlamda modern düşünceyle yani bu özgürlük-güvenlik diskuruyla kulluk-özgürlük diskuru arasında bir fark veya bir kırılma söz konusu mu, varsa bu nasıl bir kırılma?

Ahmet Yıldız: Bu anlamda insanın diğer insanlarla ve devletle ilişkisi açısından hürriyeti tanımladığımızda, eğer hakim liberal hürriyet anlayışından hareket ediyorsak bu kişinin başkasının—bu başkası insanlar olabilir, devlet olabilir ya da gruplar olabilir—müdahalesi olmaksızın istediğini yapabilmesi anlamında negatif bir hürriyetten bahsedebiliyoruz. Ama kişinin gerçek anlamda bu bakış açısıyla hür olabilmesi için doğuştan ortaya çıkan bir takım eşitsizliklerin, “dezavantajların” da—engellilik gibi, yoksulluk gibi, eğitimsizlik gibi—giderilmesi gerekir. Bu açıdan sosyal liberaller pozitif hürriyet anlayışını geliştirmiş ve savunmuşlardır. İnsanları gerçek anlamda hür kılabilmek, kendi kapasitelerini kullanır hale getirebilmek için sebepler açısından, öncüller açısından müdahaleci bir yaklaşımı benimsemişlerdir. Bu anlamda bir hürriyet mümkün.

Sonuçlar açısından eşitlik elbette mümkün olmadığı için topluma katılma da böylece fertler serbest hale, hür hale getirilmiş olur. Ancak bu hürriyeti kısıtlayan temel unsur; insanın nefsini bir kenara bırakarak bu açıdan bakmadığımızda, devlet ilişkisi açısından değerlendirdiğimizde hürriyeti sınırlayıcı faktörlere bakmamız gerekir. Hürriyet elbette mutlak değildir. Zorunlu olarak mutlak değildir. Herkesin mutlak hürriyete sahip olduğu bir ortamda hiç kimse hür olamayacaktır. Toplum halinde bir arada yaşayan insanlar bütün günlük hayatı biçimlendiren değerleri esasında tadil etmek, kısıtlamak zorundadırlar. Eşitlik de mutlak değildir, hürriyet de mutlak değildir, düzen, otorite de mutlak değildir. Otoritenin de sınırlanması gerekir. Bunlar mutlak kaldığında her birisi zıddını doğurur ve dolayısıyla da günlük hayatı yaşanılmaz kılar. Bu açıdan hürriyetin sınırlanması açısından meşru bir kriter güvenlik kaygısıdır. Eğer topluma dönük ciddi bir güvenlik tehdidi söz konusuysa, bu sizin hayat hakkınıza ya da mülkiyet hakkınıza dönük ya da diğer temel haklarınıza—ki bunu temel hürriyetler olarak ifade edersek seyahat hürriyeti de bunlardan birisidir, mal edinme hürriyeti de bunlardan birisidir, teşebbüs hürriyeti de bunlardan birisidir, uzatabiliriz—dönük bir kısıtlama ancak güvenlik kaygısı ortaya çıktığında kabul edilebilir, geçici kısıtlamalar olarak değerlendirilebilir. Çünkü temel hakları sürekli olarak askıya aldığınızda ya da kısıtladığınızda ortaya otoriter bir yapı çıkacaktır. Ancak öyle durumlar ortaya çıkmaktadır ki, bir büyük kuraklık anında, iç savaş durumunda, dış saldırı halinde, terör eylemlerine maruz kaldığınızda insanların bu hürriyetlerini kısıtlama gibi meşru bir tedbiri alabilirsiniz. Ancak buradaki ölçü nerede başlar nerede biter? Hürriyet ve güvenlik dengesini nasıl kurarsınız? Güvenlik kaygılarını suiistimal eden ve bunu araçsallaştırarak temel hürriyetleri kısıtlayan devletleri görebiliyoruz. Demokratik bir devlet niteliği taşırken bunları sürekli kılan, dış tehditleri gerekçe göstererek, terörü gerekçe göstererek insanların temel haklarını kısıtlayan yaklaşımların son derece yaygın olduğunu görüyoruz. Batı’da da bu böyle, Batı dışı toplumlarda da bu böyle. Güvenliğin eğer güvenlik açığı ortaya çıkarsa her zaman hürriyetten öncelendiğini gözlemek mümkün. Elbette güvenlik açığı doğrudan insan hayatına yönelik bir tehditten kaynaklanıyorsa bu kabul edilebilir bir durumdur. Ancak bunun suiistimal edilmesi, güvenlik endişesinden hareketle hürriyetlerin sürekli kısıtlanmasının aslında günlük hayatı yaşanılmaz kılan ve insanı insan olarak yaşamaktan alıkoyan, günlük hayatı son derece zorlaştıran bir bakış açısı ve yaklaşımı da beraberinde getirdiğini söylememiz gerekiyor.

Abdulvahid Gezer: Ben biraz da şunu merak ediyorum; mesela Bediüzzaman örneğine baktığımızda kendisi “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” mottosu olduğu için hürriyetperver bir insan olarak tanıdığımız ama aynı zamanda yaşantısına baktığımızda da mesela “Nur talebeleri asayişin muhafızlarıdır” diyerek aslında sanki özgürlük ve güvenlik endişesi arasında birbirine karşıtlık kuracak bir ilişki yokmuş gibi, bir insan aynı zamanda hem hürriyetperver hem de asayiş muhafızı olabilir düşüncesine sahip olduğunu görüyoruz. O bu diskuru nasıl kuruyor sizce?

Ahmet Yıldız: Şöyle düşünebiliriz bence; asayiş olmadan hürriyet olmaz. Çünkü asayiş sizin yaşadığınız mekanda, mekan olarak yaşama alanınızda kendinizi güvende hissetmenizdir. Bu psikolojik bir haldir, bir duygudur. Ben gece yarısı sokakta yürürken kendimi güvende hissedebiliyorsam, herhangi bir şekilde mekanlara göre değişebilen ortamlarda yine kendimi güvende hissedebiliyorsam ben aynı zamanda hür olduğumu da hissederim. Eğer güvende hissetmiyorsam zaten hürriyetimi kullanamam. Bu asayiş doğrudan insanın kendisini güvende hissetme duygusuyla ilişkilidir. Ve toplumsal hayatın zorunlu bir gereğidir. O olmadan emniyet de gerçekleşmez. Emniyet asayişin somutlaşmış biçimidir çünkü. Bu ikisi olmadan siz hür olamazsınız. Hayatınıza dönük bir tehdit söz konusuysa, mülkiyete dönük bir tehdit söz konusuysa siz hangi hürriyetten bahsedebilirsiniz? Dolayısıyla bunları birlikte düşünmek ve güvenlik duygusunu ya da asayiş duygusunu başkasının haklarını ihlal etmeme şeklinde ortaya çıkacak olan bir davranış biçimini zaten hürriyetin asli unsurları içerisinde değerlendirmek gerekir. Eğer hürriyetten bahsediyorsak mutlaka orada asayiş olmak zorunda, asayişin olmadığı yerde hürriyet olabilir mi? Olamaz. Dolayısıyla bir yerde ne kadar güçlüyse asayiş duygusu, insanların kendilerini o kadar hür hissetmesi mümkün olacaktır. Önemli olan bu asayiş duygusunun çok güçlü bir şekilde var kılınması ve bu yapılırken de buna araçsal olarak yaklaşılmamasıdır.

Abdulvahid Gezer: Mesela güvenlik ikilemi dediğimiz bir problem vardır siyasette. Biz ne kadar asayişi güçlendirirsek bu bir anlamda devlet aygıtının topluma karşı güçlü olduğu anlamına da geliyor. Fakat bu güçlenme beraberinde toplumu istediği zaman baskılayabilecek aygıtları da devletin elinde bulundurması anlamına geliyor. Bu anlamda asayiş kaygısıyla devlet kendi aygıtlarını güçlendirirken, hürriyetin alanını daraltabilecek bir güce de sahip olmuş oluyor. Böyle alanlarda o hürriyet adına o alanı kırabilecek, o istibdadı aşabilecek hamleler; sivil itaatsizlik örnekleri gibi, “müspet hareket” kavramsallaştırması gibi Bediüzzaman’da, bir muhalefet çabası, muhalefet çabası olmasa da bir hürriyet çabası nasıl kurulabilir, tarih içerisinde nasıl kurulmuş veya İslam tarihi içerisinde böylesi muhalefetlerin örneği var mıydı?

Ahmet Yıldız: Burada temel kaygı unsurlarından birisi; beka, milletin bekası, devletin bekası söylemi üzerinden, vatanın selameti söylemi üzerinden bunu araçsallaştırarak kişilerin sahip olduğu hürriyet alanının daraltılmasıdır. Bu asla kabul edilemez ve insani maliyeti çok yüksek bir siyaset olarak değerlendirilebilir. Bir de tabiî ki suçun ve cezanın şahsi olmaktan çıkarılarak kolektifleştirilmesi de yine bu güvenlik politikalarının bir parçasıdır. Güvenlik politikaları kaçınılmaz olarak devlet içerisindeki doğrudan silahlı güçlerin belirleyiciliğini beraberinde getirir. Bu da sizin sivil alanınızı, serbest davranma yeteneğinizi olabildiğince kısıtlar.

Bunun suiistimaline mesela şu örneği verelim; İngiltere kendisini terör tehdidi altında hissediyor ve bu amaçla terörü önleme programı altında bir sürü kısıtlayıcı politika geliştiriyor. Bu politikalardan birisi stop and search, durdur ve ara. Siz yolda yürürken polis herhangi bir zamanda sizi durdurabilir, üzerinizi arayabilir, kimlik sorgulaması yapabilir. Ama bakıyorsunuz bu uygulamanın neredeyse yüzde doksandan fazlası Asyalı ve Müslümanlara dönük olarak gerçekleştirilmiş. Bu Asyalı ve Müslüman olmaya karşı bir önyargı geliştirildiğini, önyargıyla bakıldığını, potansiyel suçlu olarak değerlendirildiğini ve dolayısıyla da o insanların hürriyetlerini kullanmasında ciddi kısıtlamalara maruz kaldığını ortaya koymaktadır. Burada güvenlik kaygısının devlet tarafından açık bir şekilde ve önyargılı olarak suiistimal edildiğini görüyoruz. Güvenlik politikaları arttıkça sizin hürriyet alanınız daralır. Şehirden şehre yolculuk yapıyorsanız otobüslerle birçok kontrol noktasından geçmek zorunda kalırsınız. Kimlik kontrolü ile karşılaşırsınız. Yolda silahlı güçlerle karşılaşırsınız. Dolayısıyla bu size normal dışı birtakım durumların olduğunu gösterir. Eğer şartlar bunu zorunlu kılıyorsa elbette bu kabul edilebilir bir şeydir. Ama şartların “fırsata çevrilerek” suiistimali sözkonusu ise o zaman ölçülülük ve orantılılık kriterleri açısından baktığımızda çoğunlukla devletlerin ve devlet güçlerinin güvenlik ihtiyacını ve kaygılarını abartarak, bunu kendi iktidarlarını tahkim etmeye dönük bir vesile olarak değerlendirdikleri ve dolayısıyla da hürriyet alanını bu anlamda daralttıkları söylenebilir.

Abdulvahid Gezer: Güvenlikçi politikalara baktığımızda genel olarak şunu da görüyoruz; doğrudan tehdidin kendisine yönelik çabaların yanında, iktidarın meşruiyetini sorgulamaya yönelik herhangi bir eyleme karşı da tepki gittikçe artıyor. Mesela—İslami terminoloji ile konuşacak olursak—iktidarı sorgulamaya yönelik herhangi bir eyleme “fitne” yaftasının vurulması veya vatandaştan “ululemre itaat” kavramıyla bir itaatin, sadakatin arttırılmasının beklenilmesi ve bu anlamda hürriyeti kısıtlayıcı şeyin aynı zamanda muhalefeti de yok edici bir kimliğe büründüğünü görüyoruz.

Ahmet Yıldız: Gösteri ve yürüyüş yasağı getirirsiniz militan gruplara dönük olarak ama bu diğer herkesi etkilediğinde siz temel bir haktan yoksun kalmış olursunuz. Bir araya gelme, toplanma güvenlik açısından problemli olduğunu, tehlike arz ettiğini düşündüğünüz dernekleri kapatırsınız ama bunu genellemeye kalktığınızda örgütlenme hakkı birden tehdit altına girer. Çok yaygın bir şekilde biz düşünce, ifade, örgütlenme ve seyahat hürriyetlerinin güvenlik politikalarından çok olumsuz etkilendiğini ve çoğu defa da devletlerin bunu bir fırsat addederek gerçekten gerekmediği halde ölçülülük ve orantılılık ilkelerini gözardı ederek güvenlik politikalarını teşmil ettiklerini, toplumun tüm kesimlerinin bundan etkilenmesine yol açacak şekilde uygulamaya koyduklarını—bazen ayrımcılık da yaparak—ve dolayısıyla da hürriyetçi bir ortam yerine güvenlikçi bir yaklaşımı tesis ederek askerin/polisin güvenlik politikaların belirleyen ve uygulayanların demokratik söz hakkını baskılaması ve devlet politikalarını belirlemesi, dolayısıyla kaynakları da onların kullanması, kaynak dağılımını da kendilerinin belirlemesi gibi bir durumla karşı karşıya kalırız. O zaman bakarız ki toplumdaki en önemli kesimler kimler, askerler; kimler polisler. Neden? Çünkü güvenlik ihtiyacı var, toplumun sahip olduğu önemli kaynakların önemli bir kısmı bunlar tarafından kullanılıyor, bunlar tarafından kullanılması demek bunların güç sahibi olması, siyaset sınıfı üzerinde de bu gücü icra etmeleri, dolayısıyla da halkın hem iradesini kullanması açısından hem de temel hürriyetlerini hayata aktarması açısından çok ciddi bir çevreleme ile karşı karşıya gelmesi gibi bir olguyla karşılaşırız.

Abdulvahid Gezer: İkici kavramımıza geçecek olursak biz istibdadı hem hürriyetin yokluğu hem de muhalefet imkanının yokluğu olarak tanımlamıştık daha önceki bölümlerde. Bizim de konuşacağımız kavram; muhalefet. Öncelikle İslam tarih tecrübesinde muhalefet kavramının nasıl algılandığı veya bu tarihi tecrübe içerisinde nasıl muhalefet imkanlarının geliştiğini birazcık öğrenelim. Emeviler döneminde düşünsel bir çaba olarak düşünce hürriyetinden veya muhalefet hürriyetinden söz edildiği, ancak iktidarın kendisine karşı bir eyleme dönüşebilecek muhalefet imkanlarının bastırıldığını söylemiştiniz. Mesela İslam düşüncesinde, İslam tarihinde bu zamana kadar nasıl bir muhalefet geleneği oluşturuldu veya böyle bir gelenek oluşabildi mi, buna imkan sağlandı mı? Ve muhalefet kavramının kendisi nasıl algılandı bu zamana kadar?

Ahmet Yıldız: Genel olarak muhalefetin kriminalize edildiğini ve muhalefet için muhalefet yapmaya dönük meşru bir alanın son derece sınırlı olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü muhalefet yapmaya imkan verecek meşru alan aslında meşveret alanıdır. Meşveret içerisinde—bu teorik bir alan olduğu için, insanların farklı düşünebileceği bir alan olduğu için—farklı yaklaşımların da kendisini ortaya koyması ve mümkünse örgütlü biçimde ifade edilmesi söz konusu olabilir. Bu örgütlülük elbette tarihsel dönemlere göre değişir. Şimdi biz siyasi partilerden ya da derneklerden söz ediyoruz. Geçmişti siyasi partiler ve dernekler elbette yoktu. Ama benzer fikirleri taşıyanların bir araya gelmesi... Mesela mezhepler böyle bir örgütlülüğün ifadesidir. Bunlara hayat hakkı tanınması, muhalefete de hayat hakkı tanınması anlamına gelir. Çünkü iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek bireysel ve kolektif olarak bütün müminlerin sorumluluğundadır. Dolayısıyla hükümetin ya da yönetme gücünü kullananların politikalarına karşı muhalefet hakkı meşru bir haktır. Hele hele bu muhalefet Allah’ın emirlerini uygulama, yasaklarından sakındırma şeklinde ortaya çıkmışsa herkes zaten bundan sorumludur ve muhalefetin buradan kaynaklanan son derece meşru bir alanı vardır. Fakat bu meşruiyet alanının uygulamada önemli ölçüde ortadan kaldırıldığını, kriminalize edildiğini ve hayat hakkının son derece sınırlandığını, meşveretin de daha çok farklı fikirler ifade edilse de, hakim olan farklı fikirleri dinleyip kendi tercihini—bu meşverette ortaya konan görüşlerden bağımsız da olabilir—ortaya koyması şeklinde anlaşıldığını görüyoruz. İktidarın mutlaklaştırıldığı ve iktidarın sınırlanmasına dönük unsurların sadece mutlak gücü kullananın takdirine ya da inisiyatifine bağlı olduğu bir ortamda elbette biz objektif, denetlenebilir, kısıtlayıcı iktidar denetleyicilerinden bahsedemiyoruz. Dolayısıyla bu anlamda bir muhalefet de sözkonusu olmadığından muhalefet daha çok yer altına itilmiş olur. İşte siyasi istibdat aslında bizim ana akım ehl-i sünnet geleneği dışındaki fikirlerin sistemik olarak varlığını devam ettirmesi gibi bir sonucu da doğurmaktadır. Kendisini serbestçe ifade edemeyen görüşler yer altına iner ve varlığını orada sizin istemeyeceğiniz ve kontrol edemeyeceğiniz bir şekilde de sürdürür. Nitekim Batıni hareketlerin tarih boyunca izlediğimizde seyri böyledir. Zaman zaman da bu hareketler kendilerini çok güçlü Mehdici hareketler şeklinde ve ayaklanmayla ortaya koydukları yaklaşımlarla göstermişlerdir. İslam tarihi açısından, İslam siyasi pratiği açısından muhalefet teorik olarak son derece meşru bir zemine sahipken, uygulamada bu hakkın son derece sınırlı kaldığını ve dolayısıyla hem hakim olan yaklaşımın dışındaki bütün görüşlerin doğru ya da yanlış olduğunda da varlığını rahatça sürdürmesine imkan sağladığını, bunları yer altına ittiğini hem de hiçbir zaman ortak iyinin ortaya çıkmasında farklı düşünenlere bir rol verilmediğini görüyoruz.

Abdulvahid Gezer: O anlamda yani bir iktidara karşı duracak bir akım olarak muhalefetten değil de belki mezhep şeklinde örgütlenmiş bir ihtilaftan söz edebiliyoruz anladığım kadarıyla. Peki bu ihtilaf siyasi olmak zorunda da değil, toplumsal tabanların farklılaşması da olabilir. Bu ihtilafın ümmet içerisinde bir adab ile yürütülmesi, kendi içerisinde bir ahlak taşıması gerekiyor anladığım kadarıyla. Bu ihtilafın ahlakı nasıl bir zeminde gelişmiştir?

Ahmet Yıldız: Bu ahlak oluşmuştur aslında. Geleneğe baktığımızda şunu görürüz, bir alim kendi görüşünü ifade ettikten sonra “Allah u alem bissavab” der, doğrusunu Allah bilir. O sadece doğruyu anlama çabasında olan, Allah’ın rızası nerededir sorusuna cevap ararken benim anladığım budur diyen bir insandır ve dolayısıyla da bunu isabetli gören bunu benimseyebilir. Mezhep terbiyesinde de bunu görüyoruz aslında. Mezhep kurucularının hiç kimseyi kendi mezheplerini ya da kendi görüşlerini benimsemeye çağırmadıklarını görüyoruz. Çünkü bu, görüşlerden bir görüştür, dolayısıyla da zannidir, asla bağlayıcı değildir. Bu şekilde değerlendirilmesi ve bu şekilde görülmesi gerekir. Zanni olan bir şeyin mutlaklaştırılması üzerinde hiçbir zaman anlaşma sağlayamayacağımız bir çatışma alanının oluşturulması anlamına gelir. Ve insanların kendi şahsi ya da grup kabullerini bütün herkese teşmil etmeleri, herkesi zorunlu kılmaları gibi bir sonuç doğurur. Nitekim bunun adı da tabiî ki istibdattır, baskıdır ve kural dışı muhalefettir. Çünkü kurallı olarak tanımlayabileceğimiz meşru muhalefetin kendisini ifade etmesine imkan verecek kanallar oluşmadığından, iktidar alanı zaten mutlak olarak tanımladığında ve bunun da hükümrana ait olduğu kabul edildiğinde ilahi mevhibe ile kılıcının zoruyla ve babalarından miras alarak elde ettiği bu iktidar hakkının hiçbir şekilde sınırlanamayacağını, adaletin de ancak bu iktidar hakkının, gücün de mutlaklığıyla sağlanacağını düşündüğü zaman adalet çemberi doğrudan iktidar çemberine dönüşür. Ve bu da toplumda meydana gelebilecek herhangi bir güçlü muhalefetin iktidar değişikliği doğurması gibi bir sonuç verir.

Abdulvahid Gezer: O zaman bugün istibdat için bir üçüncü tanım daha koyduk; istibdat, hakikatin zapt altına alınmasıdır.

Ahmet Yıldız: Elbette. Sonuç itibari ile siyasi istibdat siyasi anlamda bunu içerdiği gibi ilim alanına da sirayet ederek bizim hakikatle olan ilişkimizi doğrudan siyasi gücün kontrolü altına almakta ve bir anlamda Foucaultcu deyimle bir hakikat rejimi oluşturmaktadır. Bu hakikat rejimini koyan, siyasi kudret sahipleridir. Siyasi kudret sahiplerinin belirlediği doğrular üzerinden siz düşünmek ve yaşamak gibi bir durumla karşı karşıya bırakılırsınız. Elbette modern anlamda müdahaleci bir devletten bahsetmiyoruz. Ama sonuç itibari ile siyasi iktidara taalluk eden alan içerisinde yaşıyorsanız ya da onunla ilişkileriniz varsa, sizi bağlayacak çerçeveyi bu şekilde hükümran olan koyar.

Abdulvahid Gezer: Teşekkürler hocam. Bugün hürriyet, muhalefet kavramlarını inceledik ve bunların peşine muhalefetin ahlakını, ihtilafın ahlakını konuştuk. Kısaca hürriyet aslında bizim sorumluluk sahibi olmamız için taşımamız gereken en önemli vasıf. Muhalefet ise bu anlamda bu hürriyetin bir baskı rejimine karşı veya herhangi bir rejimde gerçekleştirilmesi adına ortaya çıkan bir çaba ve İslami anlamda muhalefet de ya İslam’ın yaşanmasına engel olan hususların engellenmesi için, yok edilmesi için yapılan bir karşı çıkma ya da İslami bir yaşayış tarzının toplumda ikame edilmesi için hangi yöntemlerin kullanılacağında ortaya çıkan bir ayrışmanın sonucu olabiliyor.

Bugünlük programımız bu kadar. Önümüzdeki Cam Kulübeden’de görüşmek üzere, hoşçakalın.