Dindar Bir Cumhuriyetçilik Mümkün mü? - (14. Bölüm)

23.10.2017

DİNDAR BİR CUMHURİYETÇİLİK MÜMKÜN MÜ?

Cam Kulübeden [14. Bölüm]

 

 

Cumhuriyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. (...) kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzi olunmuş olur.

Divan-ı Harb-i Örfi, Bediüzzaman Said Nursi

 

Abdulvahid Gezer: Efendim hoşgeldiniz. Cam Kulübeden’in bu bölümünde Doç. Dr. Ahmet Yıldız hocamızla beraber Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyetçilik” kavramının tazammunlarını konuşacağız.

Hocam hoş geldiniz. İsterseniz kavramın direkt kendisiyle başlayalım. “Dindar cumhuriyetçilik” ne demektir, Bediüzzaman neden böyle bir ifade kullanmıştır? Bunu dinleyelim isterseniz?

Ahmet Yıldız: Bediüzzaman özellikle Dört Halifenin yönetim tarzına atıfta bulunurken onların sadece halife olmadıklarını belirtir. Aynı zamanda “mana-i dindar cumhuriyetin reisleri” olduğunu söyler. Yani mana olarak dindar nitelik taşıyan bir cumhuriyetin liderleri konumundaydı onlar. Dolayısıyla bu anlamda cumhuriyetle dindarlık arasında bir ilişki kurar. Bu önemli bir ilişkidir çünkü tarih boyunca Müslüman toplumların siyasi organizasyonlarına baktığımızda karşımıza saltanat çıkıyor. Saltanat; yönetim hakkının bir aileye ait olmasını ifade eden, bunu haklılaştırırken gelenek, adet, töre dışında da herhangi bir meşruiyet ya da haklılaştırma aracı sunmayan bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşımın tabii ki şeriatı ortadan kaldırması ve bunun yerine herhangi bir açıklama yapmadan kimin yöneteceğine dair süreci sadece kaderin bir cilvesi, babadan oğula intikal eden bir miras, kılıcın hakkı ve ilahi bir mevhibe olarak değerlendiren bir yaklaşım üzerinden görebilmesi mümkün değil. Asıl olan dolayısıyla Müslümanlar açısından tarihi tecrübeden bağımsız olarak referans alınabilecek yegane devre Dört Halife dönemidir. Dört Halife dönemine baktığımızda, siyasi iktidarın organizasyonundaki temel soru olarak kimin yöneteceği ve yönetecek olanların nasıl belirleneceğinin farklı biçimler almakla birlikte rızaya dayandığını görüyoruz. Yani bu nasıldır, aday gösterme, aday olarak sunulma, çoğunluk tarafından benimsenme, gösterilen adayın bir heyet tarafından seçilmesi ya da başkanlığının onaylanması vs. ama hepsinde de ya bir seçim heyetinin ya da doğrudan bütün seçicilerin rızasını ifade eden biatın var olduğunu görüyoruz.

Dolayısıyla rızaya dayalı halkın temsilini içeren bir siyasi tarzı bizim cumhuriyet olarak görmemiz mümkün. Çünkü cumhuriyetin kavram olarak kendisi de zaten halka ait olan şey demektir. Halka ait olan şey ne demektir, yönetme hakkı halka aittir. Bu da doğrudan şura ve rıza kurumlarıyla ilişkili bir süreçtir. Şura ve rızaya dayalı bir yönetim anlayışı cumhuriyet olarak somutlaşır. Cumhuriyet kavram olarak modernleşme döneminde ortaya çıkan bir kavramdır. Dolayısıyla doğrudan Arapça karşılığı da zaman içerisinde bu dönemde ortaya çıkmıştır. Aslında Farsça literatür üzerinden meşrutiyet gibi cumhuriyetin de geliştirildiğini ve Arapçadan çok Arapça dışı Farsçada ortaya çıkan bir kavram olduğunu söylememiz gerekiyor. Bu açıdan cumhuriyet aslında yöneten yönetilen ilişkisi ve bu ilişki üzerinden bizim şeriatla kurduğumuz ilişki biçiminin somutlaşma alanlarından birisidir.

Neden cumhuriyet ya da neden cumhuriyet değil? Cumhuriyet olmadığında çünkü işin içerisine güç girmekte, zorbalık girmekte, zorun beraberinde getirdiği tayin edicilik toplumsal ve siyasi ilişkileri belirlemektedir. Oysa cumhuriyet bundan bağımsız olarak yönetimin halka ait olması anlamına gelir ki Latince karşılığı da budur, “respublica.” Cumhuriyet halka ait olan şey demektir. Halka ait olan şey ne demektir, yönetim yönetme halka aittir dolayısıyla halkın rızası olmadan, bu rıza kendisini doğrudan da ifade edebilir, temsil yoluyla ifade edebilir, farklı şekillerde bu mekanizmalar ortaya çıkabilir. Ama mutlak anlamda yönetilenlerin rızasına dayalı olarak ve onların iradelerinin yansıdığı bir alan olarak yönetim karşımıza cumhuriyet olarak çıkar. Nitekim dört halifenin de bu şekilde seçildiğini, bu şekilde yönettiğini ve bu rızanın da dinamik olduğunu, bu ortadan kalktığında yönetme hakkının da yönetilebilirliğin de sorgulandığını ve yöneticilerin de değişebilir olduğunu görüyoruz.

Abdulvahid Gezer: Benim burada şöyle bir sorum olacak; Dört Halifenin başa gelme usullerine baktığımız zaman, Hz. Ebubekir’in bir biat sonrası, Hz. Ömer’in bildiğim kadarıyla Hz. Ebubekir’in tavsiyesi, Hz. Osman için bir şura, seçici heyetin oluşturulması ve Hz. Ali ve Hz. Muaviye için de halk demokrasisi diyebileceğimiz doğrudan bir biat söz konusu bildiğim kadarıyla. Şimdi bu dört farklı seçilme usulünün hepsini biz cumhuriyet olarak kavramsallaştırabileceksek eğer burada bizim için temel kavram ne olmuş oluyor, bunların hepsine cumhuriyet diyebilmemizi sağlayan şey ne?

Ahmet Yıldız: Hz. Muaviye’nin iktidarını bundan ayırmamız gerekiyor. Çünkü o dayatılmış bir rızadır, satın alınmış bir rızadır. Bunu bir tarafa koyarak değerlendirdiğimizde, bunların hepsini ortaklaştıran şey bir yönetilenlerin irade beyanı ve rızası. Bunun mekanizmaları farklı farklı olabilir. Bu maslahata göre değişkenlik gösterebilir. Dolayısıyla mekanizmalar tarihi maslahata, ihtiyaçlara, önceliklere ve imkanlara göre değişebilir, değişkenlik gösterebilir hem zaman hem mekan boyutunda. Ancak öz, temel itibariyle şudur; yönetme hakkı topluma aittir, ümmete aittir. Bu yönetme hakkının kullanılmasında temsil ve rıza ve buna şurayı da eklememiz gerekir, meşveret Kur’an’ın doğrudan emridir “ve şavirhum fi’l-emr (Al-i İmran, 159),” ve “ve emruhum şura beynehum (Şura, 38)” ayet-i kerimeleri bunu açık bir şekilde bize ifade eder, Hz. Peygamber’in pratiği de bunu ortaya koyar. Burada biat kavramının yine bizim modernleşme süreci içerisinde olumsuzlandığını ve dayatılmış, satın alınmış dolayısıyla bir anlam ifade etmeyen rızaya karşılık kullanıldığını ve itaat kültürünün biat kültürü olarak ifade edildiğini görüyoruz. Maalesef bu ciddi bir saptırmadır. Tarihi pratikten bağımsız olarak biat nasıl ki bir alışveriş işleminde kişilerin rızalarını gösterme biçimidir. Bu el sıkışma olabilir, selamlaşma olabilir, toplumdan topluma değişebilir ama biatın temeli esas itibariyle açık bir irade beyanı ve uyuşan iradelerin kendisini ifade etme biçimidir dolayısıyla rızadır. Rıza olmadan cumhuriyet ortaya çıkmaz. Rızaya dayalı bir yönetimi ifadedir bu anlamda. Buna şura kavramını eklediğimizde tarihsel olarak şuranın iki farklı şekilde anlaşıldığını da hatırlamamız gerekir. Tarihi pratik, Dört Halife döneminden ve Hz. Peygamber’in pratiğinden bağımsız olarak şuranın daha çok farklı görüşlerin ifade edildiği bir mekanizma olarak görüldüğünü ortaya koymaktadır. Oysa şura bunun ötesinde bir şeydir ve farklı görüşlerin ortaya konduğu ve çoğunluğun üzerinde birleştiği görüşle amel edilmesidir. İşte bu çoğunluğun görüşünün asıl alınması, tarihi pratikte pek karşımıza çıkmayan bir durumdur. Sultanların, yöneticilerin kendi iradelerini danıştıktan sonra da asıl alarak hareket ettiklerini ve politikalarını buna göre oluşturduklarını görüyoruz. Oysa şura bunu ifade etmez. Dolayısıyla bunun anlamı şudur, günümüz açısından düşünürsek çoğunluk iradesinin yönetme hakkının teslim edilmesi gerekir. Çoğunluk böyle düşünüyor, tamam ben çoğunluğun fikrini öğrenmiş oldum ama ben böyle düşünüyorum, güç benim elimde dolayısıyla ben böyle hareket edeceğim diyemezsiniz. Dediğiniz zaman bu cumhuriyet kavramıyla bağdaşamaz. Bunun içerisinde kendinizi ifade edebileceğiniz bir siyasi durumu yansıtmaz.

Abdulvahid Gezer: Modernleşme sürecinde şura kavramına ilişkin özellikle İngiliz parlamentosu örnek alınarak şura kavramı yeniden düzenlenmiştir, oysa şuranın aslı bir danışma meclisinden öte bir kurumsal hüviyet taşımaz şeklinde bir takım iddialar da duyuyoruz. Ama sizin dediğiniz şekliyle şuranın aynı zamanda bir yaptırım gücü de var anladığım kadarıyla.

Ahmet Yıldız: Elbette, bağlayıcılığı var, tabi bu yabana atılacak bir şey değil. Özellikle Osmanlı modernleşme sürecinde Genç Osmanlıların parlamentoyu, anayasal yönetimi ve seçimleri biat ve şura kavramları üzerinden “yerlileştirmeleri, İslamileştirmeleri” üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Doğrudan İslami kurumların bugünkü karşılıklarını oluşturma çabasını yansıtır ve gözardı edilemeyecek önemli bir çabadır bu. Elbette parlamentoyla sınırlayamayız. Parlamento modern dönemde ortaya çıkan bir mekanizma olarak tarihi kökleri çok eski olmakla birlikte, modern parlamento temsil anlayışı üzerinden düşündüğümüzde yeni bir kurumdur. Şura üzerinden karşılığı oluşturulabilecek şuranın somut tezahürlerinden birisi kurumsal karşılığı olarak düşünülebilecek bir kurumdur elbette. Ve seçimler de rızayı ifade etmenin en mümkün olan ve kabul edilebilir mekanizmalarından birisidir. Dolayısıyla bu şekilde kavramsallaştırmayı da biz yabana atamayız. Ve bu önemli bir katkıyı temsil eder. Aynı şekilde cumhuriyet de böyledir. Fakat saltanata dayalı yapıyı ortadan kaldırmak oldukça zor olduğu için, halkın siyasi tasavvurunda, tahayyülünde padişahsız bir siyasi otorite bulunmadığı için padişahın varlığının sistem içerisinde korunduğu ama sembolikleştirildiği, dolayısıyla anayasa ile sınırlanmış, anayasa içerisinde hareket eden ve o anayasanın kendine verdiği yetkilerle yetinen bir cumhurbaşkanı fonksiyonunu oynayan bir padişahın varlığının meşrutiyet kavramı içerisine konduğunu ve dolayısıyla Osmanlı Devletinde meşrutiyetin böyle bir karşılığının olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü cumhuriyet çok daha radikal bir yaklaşımı ifade eder, toplumsal kabul henüz söz konusu olmadığı için, padişahtan bağımsız bir birleştirici ve haklılaştırıcı bir siyasi figür de bulunmadığı için, padişahın varlığı hem Müslüman hem de Müslüman olmayan toplumlar açısından birleştirici bir mihrak noktası olduğu için meşrutiyet kavramının cumhuriyete öncelendiğini ve şeriatla ilişkisi üzerine meşrutiyet-i meşrua olarak ifade edildiğini görüyoruz. Bunun bugünkü karşılığı anayasal monarşidir. Anayasanın da şeri temeller üzerinden tesis edilmesi ve çerçevelenmesini ifade eder.

Abdulvahid Gezer: Bu anlamda cumhuriyet bir kenarda durabilecekken, meşruti monarşiden anladığımız herhalde mesela parlamenter demokrasi ile yönetilen İngiltere örneği, veya başka yerlerde görebileceğimiz tepesinde bir kralın bulunduğu veya bir kraliyetten söz edebileceğimiz ama bunların yetkilerinin sembolikleştirildiği ve idarenin daha demokratik kurumlara bırakıldığı yönetim biçimleri de mevcut. Burada bu ikilik arasında bizim tercihimiz hangisinden yana? Yani Cumhuriyetçilikten kastımız halk istibdadı da olabilirdi, böylesi bir cumhuriyeti mi tercih ederiz, yoksa monarşi de olsa demokrasiyi mi tercih ederiz? Böyle bir ikilik kurmamız uygun mudur?

Ahmet Yıldız: Çoğunluğun istibdadı, istibdadın formlarından birisidir. Dolayısıyla tek kişinin, azınlığın ya da çoğunluğun istibdadı, istibdadın mahiyetine, otoriterizmin mahiyetini değiştirmez. Otoriterizm oteriterizmdir. Bu açıdan belki modernleşme sürecimizde cumhuriyet kavramının ya da kurumunun Kemalist tecrübesindeki yansımasına bakabiliriz. Cumhuriyet kaçınılmaz olarak cumhuru içerir. Halkı ve çoğunluğu ifade eder bu kavramlaştırma ama Kemalist cumhuriyet anlayışı halksız bir cumhuriyet anlayışıdır. Bu kendi içerisinde paradoksal bir durumdur. Çünkü yeni bir iktidar alanı oluşturabilmek, yeni bir iktidar eliti ortaya çıkarabilmek için saltanatın ortadan kaldırılması Kemalist kurucu kadro açısından bir zorunluluktu. Kendileri saltanata ortak olamayacakları ve padişahlık üzerinden bunu devam ettiremeyecekleri, Osmanlı hanedanlığına da mensup olma meşruiyetine sahip olmadıkları için cumhuriyet hanedana ait yönetimin ortadan kaldırılması anlamında bir fırsat alanını oluşturmaktaydı. Eğer siz kendi iktidarınızı tesis etmek istiyorsanız, Kemalist kurucu kadro açısından bakacak olursak, yapacağınız tek şey cumhuriyetin ilan edilmesidir. Çünkü cumhuriyet size hanedan yönetiminin ortadan kaldırılmasını ve siyasi meşruiyetin kaynağı olarak halkın işaret edilmesini sağlayacaktı. Ama öbür taraftan sizin benimsediğiniz modernleşme programı zaten halkın değerleriyle, tercihleriyle taban tabana zıt olduğu ve onun rızasına dayanması imkansız olduğu için Kemalizm tam anlamıyla halksız bir cumhuriyet kurmuş, isim ve resimden ibaret bir cumhuriyetle halka rağmen halkçılık ya da cumhuriyete rağmen cumhuriyetçilik diyebileceğimiz, cumhurun karşısında bir cumhuriyet anlayışını topluma dayatmıştır. Hanedanlık yönetimi son bulmuştur ama hanedanlık yönetimi üzerinden işaretleyeceğimiz hukuk devleti ortaya çıkmamıştır. Parlamentarizmle ifade edebileceğimiz şura kavramının karşılığı oluşmamıştır. Lider kültüne dayalı bir siyasi yapının ortaya çıktığını ve bunun da halka rağmen bir cumhuriyet olarak biçimlendiğini söylememiz gerekir. Dolayısıyla cumhuriyetten uzak bir cumhuriyetle karşı karşıyayız.

Abdulvahid Gezer: Konuşmanın başında bir tanım cümlesi okumuştuk Bediüzzaman’dan. Cumhuriyet’in içerisine adalet, meşveret ve kanunda inhisar-i kuvvet ilkelerini koyuyordu Bediüzzaman. İsterseniz bunların içeriğini tabii ki meşveret kavramını konuştuk az önce, adalet kavramını, mesela adalet ve cumhuriyet ilişkisinin nasıl kurulduğunu, nasıl kurulması gerektiğini konuşarak devam edelim.

Ahmet Yıldız: Aslında bu büyük ölçüde 19. yüzyılda liberalizmle demokrasi arasında ortaya çıkan ve liberalizmin demokratikleşmesi, demokrasinin de liberal bir çerçeveye oturması olarak ifade edebileceğimiz, bu evlilik sonucu ortaya çıkan liberal demokrasinin ana sütunlarına da tekabül eden bir yaklaşım. Ama şu vurguyla, adalet vurgusuyla. Bu anlamda gelenekli bir süreklilik de taşıdığını söyleyebiliriz. Çünkü saltanat yönetimi de olsa devletin kendini haklılaştırdığı meşruiyet zemini adalet değerine dayanır.

Devleti var kılan, haklı kılan, meşru kılan temel şey; toplumun ihtiyaç duyduğu adaletin sağlanmasıdır. Yani haklı olana hakkının verilmesinin sağlanması, haksız olanların da haksızlıklarının yaptırıma bağlanmasıdır. Burada orantılılık ve ölçülülük zaten adaletin temelini oluşturan unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla adalet en üst değer olarak siyasal toplumun amacı hem bireysel hem kolektif ölçekte adaleti gerçekleştirmektir. Bunu nasıl gerçekleştirirsin? İşte bir anayasa. Siyasi iktidarın mutlak anlamda sınırlandırılması. Siyasi gücü kullananların bu gücünün hem parçalanması hem denetlenmesi, açık, hesap verebilir hale getirilmesi, dolayısıyla anayasal bir devlet. Bu anayasal devletin karşılığı kanunda inhisar-ı kuvvet yani hukuk devleti, hukukun üstünlüğü. Dolayısıyla padişahın iradesi de hukuka tabidir, bürokrasinin iradesi de hukuka tabidir. Bürokrasinin hem sivil hem askeri kanadı devleti temsil eden bütün kurumların uygulamaları, politikaları, tasarrufları hukuk üzerinden değerlendirilir. Hukuka uygunlukları üzerinden karşılık bulur. Meşruiyetini yitirme, reddedilme, sorgulanma, muaheze ya da denetim bunun üzerinden ortaya çıkar. Dolayısıyla hukuk üstünlüğü çok temel bir kurumdur ve hukukun üstün olmadığı bir yönetim biçimi hiçbir zaman cumhuriyet olarak adlandırılamaz, cumhuriyet olarak görülemez.

Tek Parti pratiklerine baktığımızda hukukun üstünlüğünün son derece sığ ve sınırlı bir şekilde gerçekleştiğini yani egemen olanın her zaman hukukun üzerine çıkabildiğini görüyoruz.

Her konuda hukuku zorlayan, hukukun sınırlarını değiştiren, belirleyen ve denetlenemeyen bir güç olarak Mustafa Kemal Paşa’nın şahsında bir lider kültünün belirleyiciliğini görüyoruz. Hukuk devletini anlamsızlaştıracak düzeyde güçlü bir liderlik kültüyle karşı karşıyayız.

Nazizme baktığınızda zaten hukuk düzenini doğrudan Führer’in emir ve talimatları oluşturur. Bunların yazılı olması da gerekmez. Dolayısıyla Führer’in emri herkes tarafından kanun olarak algılanır. Hukuk bu anlamda karşılık bulur. Ama burada hukuk ve kanun ayrımını yapmamız gerekir. Çünkü sonuç itibariyle kanun saltanat dönemlerinde de vardır. Kanun herhangi bir konunun, herhangi bir durumun nasıl düzenleneceğine ilişkin bağlayıcı kuralları ifade eder, yönetim tarafından yönetici otorite tarafından konmuş kanunlardır bunlar formel anlamda. Oysa bunlar hukuka aykırı olabilir.

Abdulvahid Gezer: O halde Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyet” deme sebebi bir anlamda şu olabilir mi; hukuka dayalı, kanuna dayalı bir yönetim biçiminden bahsediyoruz fakat bu kanunun esasının nereden alınacağı sorusuna bir cevap olarak “dindar cumhuriyet” diyor.

Ahmet Yıldız: Nitekim Eskişehir, Denizli ve Afyon mahkeme müdafaalarında ortaya koyduğu temel pozisyon bunun üzerine dayanır. Sizin kanunlarınız hukuk devletine aykırı, hukukun üstünlüğü işleyişine dayanmıyor. Bu kanunlar uygulanabilir, kabul edilebilir değildir yaklaşımını sıklıkla ileri sürer ve mesela vatandaşlık yükümlülüklerini uygulamak istediğiniz kişilere vatandaşlık haklarını tanımanın zorunlu olduğunu ve bunu da evrensel olarak insanla ilişkisi üzerinden tanımlanabilecek haklarla ilişkisini kurar. Seyahat hürriyetini neden sınırlıyorsunuz? Başkalarıyla etkileşime girme, başkalarıyla konuşma, yazışma, ifade ve düşünce hürriyetinin sınırlanması, seyahat hürriyetinin sınırlanması, örgütlenmeden zaten bahsetmiyoruz.... Temel hakların tamamının bu şekilde yok sayıldığı bir düzende hukuk devletinden bahsetmemiz elbette mümkün değildir. Hukuk devletinin olmadığı bir yerde kanunlar bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla hukuk devletinin enstrümanları elbette kanunladır. Sadece kanundan ibaret olmasa da, ama biz kanun devletini hukuk devleti olarak düşünemeyiz. Aralarında zorunlu bir ilişki yoktur ve Bediüzzaman da Tek Parti dönemini bu anlamda kanun devleti olarak değerlendirir. Hukuk devleti olarak görmez.

Abdulvahid Gezer: Ben son soru olarak şunu sormak istiyorum; Bediüzzaman’ın mahkeme müdafaalarında da, Tarihçe-i Hayat’ında da geçen bir kıssa olarak kendisinin cumhuriyetçiliğini bir gün tekkede gördüğü karıncaların yaptığı iş birliğine bağlar. Karıncalardan ve arılardan ders aldığını söyler bu anlamda. Bu hikaye bize ne anlatıyor? Onu merak ediyorum, neden onlar örnek verilmiş?

Ahmet Yıldız: Aslında ilginç bir şekilde burada klasik Roma düşüncesi ve Stoacılıkla Bediüzzaman’ın bu sosyal ve ahlaki anlamdaki cumhuriyetçilik anlayışının örtüştüğünü söylememiz mümkün. Çünkü Romanın gücünün kaynağını oluşturan hukuk ilkelerinin kendini topluma adama, içinde bulunduğu topluluk için yaşama ki kişinin kendisini aşan aşkın bir amaç içerisinde kendisini mensup hissettiği bir toplum için topluma katkıda bulunma adanma aidiyet anlamında cumhuriyetçilikle Bediüzzaman’ın kişinin kendisini aşan “kimin himmeti milletiyse o tek başına bir millettir” diyen, kolektif manevi şahsiyeti öne çıkaran yaklaşımıyla yakın bir ilişkisi vardır. Çünkü karıncalara ve arılara olan ilgisinin cumhuriyetçilikle ilişkisini bu şekilde kurmamız mümkün. Bunlar topluluk halinde yaşayan canlılardır. Kendi başına bir arı yaşayamaz, kendi başına yaşayan bir arı yoktur. Kendi başına yaşayan bir karınca yoktur. Böyle bir varlık biçimi karıncalar ve arılar için sözkonusu değildir. Karıncalar ve arılar bir büyük topluluğun üyesidirler ve herkes o topluluk içerisindeki işbölümüne dayalı olarak ki bunu da hayat-ı içtimaiye, malikiyat ve vazifeşinaslık kavramları üzerinden ifade eder. Yapması gerekeni en iyi şekilde yapmaya çalışan, işçi arı ne yapması gerekiyorsa onu yapar, kraliçe arı başka bir şey yapar, hepsi bir manevi şahsiyetin varlığının devamı için büyük bir sorumluluk üstlenir. Bu, Bediüzzaman’ın çok yoğun bir şekilde vurguladığı toplumsal dayanışmayı ittihad-ı umumiyi temin eden zorunlu bir şarttır.

Siz sadece kendiniz olarak var değilsiniz. Sadece kendisini düşünen kişinin insan olmadığını belirtir. Bu anlamda liberal ferdiyetçilik, bireycilik anlayışıyla Bediüzzaman’ın bu toplumsal cumhuriyetçilik arasında radikal bir farklılık olduğunu görüyoruz.

İnsan; içinde bulunduğu toplumla özdeşleşerek, aidiyet ilişkisi kurarak, kendini o topluma adayarak, o topluma katkısını azami düzeye çıkarır. O zaman o toplum büyüdükçe arttıkça kendisine de olan katkı da o ölçüde artar. Sizin televizyonunuzun adı da olan TV111’de aslında böyle bir kavramlaştırmayı ifade eder. Birbiriyle dikey olarak alt alta sıraladığınızda 3 tane 1, 3 ederken yatay olarak yan yana koyduğunuzda onun meydana getirdiği büyük sinerji ve dayanışma 111’i ortaya çıkarır.

Bu açıdan bu büyük bir manevi gücün, toplumsal sinerjinin ortaya çıkması için toplumsal aidiyetin ortaya çıkması şarttır. İşte arılarda ve karıncalardaki cumhuriyetçilik böyle bir anlayışı yansıtır. Buna olan saygımdan dolayı ben de o iş bölümünün bir parçası ve o sosyal bütünlüğe ait olma hissiyle hareket ederek çorbamın tanelerini karıncalarla paylaştım diyordu. Aranızdaki en yaşlı kişi olan mahkeme reisinden başka hepinizden daha eski bir cumhuriyetçiyim derken de böyle bir gönderme yapar. Oysa eğer siz bu toplumsal aidiyetin temeli olan ve vicdanları kutsiyetiyle harekete geçiren dini ortadan kaldırır, onun gücünü zayıflatır ya da yok ederseniz böyle bir toplumsal sinerjiyi hiçbir zaman oluşturamayacaksınız ve bizim bugün Türkiye’de toplum olarak yaşadığımız büyük dağılma, tesbihin imamesinin dağılması gibi bizi bir araya getirecek ortak bir enerji havuzunu oluşturamama, aidiyet hissettiğimiz bir toplumsal bütünü zihnimizde tasavvur edememe, dolayısıyla ona dönük yaşayamama, toplumsal tahayyül eksikliğimizin bununla yakından ilişkisi var. Öyleyse hem sosyal hem de siyasi anlamda cumhuriyetçilik aslında bir toplumsal varoluş biçimidir. Bu toplumsal varoluş biçimini de biz İslamiyet’in bize sağladığı yüksek sinerji ile ilişkisini kurarak elde edebiliriz. Bu sinerji çünkü vicdanları harekete geçiren, vicdanların harekete geçirdiği ve sürekli kıldığı dinamizmin bireysel olandan toplumsal olana ve nihayet siyasal olana uzandığı iç içe geçmiş, birbirini etkileyen dalga yayılımı şeklinde bir etkileşimden bahsedebiliriz. Böyle bir cumhuriyet istiyorsak dindar bir cumhuriyetten söz etmek zorundayız.

Abdulvahid Gezer: O halde hem karınca hem arı kolonileri için bir kraliçe arıdan veya bir kral veya kraliçeden bahsetmek mümkün olsa da bunlara cumhuriyet diyebiliyor olmamızın sebebi kaçınılmaz toplumsallıkları ve bu toplumsallığın doğurduğu dayanışma ortamı?

Ahmet Yıldız: Evet, burada sadece belki vurgulanması gereken nokta; bu toplumsallık ferdiyeti yok eden, ortadan kaldıran bir toplumsallık değil. Bu toplumsallık bizim fert olarak değerimizin yaptığımız katkı kadar olduğunu ifade eden ve vurgulayan bir toplumsallık. Bu değeri artıran, katma değer çarpanını yükselten temel şey de bizi vicdanımızla, duygularımızla ve düşüncelerimizle harekete geçirecek büyük bir enerji kaynağıdır. Bu da bizim Allah’la kurduğumuz ilişki üzerinden toplumsal ve siyasal olana yansıyandır.

Abdulvahid Gezer: Bu yüzden de Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyetçilik” anlayışı radikal bir halkçılık değil de adalet, meşveret ve inhisar-ı kuvvet dediğimiz ilkelerin temel alındığı bir sistem oluyor.

Ahmet Yıldız: Aslında burada şunu da görüyoruz; daha önce de söylemiştik, cumhuriyetçilik bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Bu cumhuriyete ulaşabilmeniz için varoluşunuzu, bilgi anlayışınızı ve ahlak anlayışınızı İslam şeriatına göre organize etmiş olmanız gerekir. Buradan ortaya çıkacak olan hukuk, siyaset o zaman böyle bir cumhuriyetçi form alacaktır. Yine bir sonuçla karşı karşıyayız. Bu sonucun ortaya çıkmasını mümkün kılacak, onu önceleyecek değerleri hiçbir zaman gözardı etmememiz gerekiyor. Bunlarsız işte İran’daki sonuçla karşılaşırsınız ya da Suudi Arabistan’daki sonuçla karşılaşırsınız. Çünkü sağlam temellere oturmamış bir varlık anlayışınız tevhid perspektifine dayanmıyorsa, bu tevhid perspektifinden türeyen bütüncül bir bilgi anlayışınız yoksa, buradan hareketle oluşturulan güçlü, kopmaz pençelerle perçinlenmiş bir ahlak, ahlaki değerleriniz yoksa o zaman sizin hukuk ve siyaset pratikleriniz çok zayıf kalacaktır ve bu manada cumhuriyeti hiçbir zaman gerçekleştiremeyecektir. Siyasi sonuç, toplumsallık her zaman öncelenmesi gereken bu değerlere dayanır. Bunlar yoksa İran’da olduğu gibi, diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi sadece hüsranla karşılaşırsınız.

Abdulvahid Gezer: Hakikatin statik bir zemine hapsedilmesi ve bunun sonucunda yine bir otoriterliğin doğması sonuçlarını görüyoruz.

Efendim bugün programımızda Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyetçilik” kavramını ve bu kavramın zeminini oluşturan ilkeler olarak; adalet, meşveret ve iktidarın sınırlandırılması ilkelerini konuştuk. Önümüzdeki programda görüşmek dileğiyle şimdilik hoşçakalın.