Kötülüğün Sıradanlığı - (16. Bölüm)

06.11.2017

KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI

Cam Kulübeden [16. Bölüm]

 

Eichmann, Pontius Pilatus gibi hissetmesine fırsat veren pek çok durumla karşılaşmış, ama zaman geçtikçe bir şeyler hissetme gereksinimini kaybetmişti. İşler artık böyle yürüyordu, bu toprakların yeni kanunu böyleydi, her şey Führer’in emirlerine dayanıyordu; düşünüyordu da ne yaptıysa, yasalara bağlı bir vatandaş olarak yapmıştı. Polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi, görevini yapmıştı; sadece emirlere değil yasalara da uymuştu.

Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt

 

Abdulvahid Gezer: TV111’den merhaba. Bugün Cam Kulübeden’de Doç. Dr. Ahmet YILDIZ hocamızla beraber Hannah Arendt’in Eichmann Kudüs’te; Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor kitabını konuşacağız. Kitap bir Nazi subayı olan Eichmann üzerine. Eichmann kaçtığı Arjantin’de İsrailli askerler tarafından yakalanıp Kudüs’e getirilir ve Kudüs’te bir mahkemeye çıkarılır. Bu mahkemede holokost ve Yahudilere karşı uygulanan baskının sorumlularından birisi olarak yargılanır. Hannah Arendt ise bu mahkemeyi The Newyorker gazetesinin temsilcisi olarak izler ve mahkemede bulunduğu sürece hazırladığı raporları adeta bir felsefi metne çevirerek bizimle paylaşır. Metnin temelinde şu vardır; kötülük aslında orada Eichmann’ı görenlerin kafasında kurduğu gibi bir cani, bir antisemitist subay olmaktan kaynaklanan bir edim değil, aksine sıradan bir insan olsa bile, bir emirlere uyan bürokrat olarak Eichmann’ın içine düşebileceği bir durumdur. Yani bu anlamda kötülük bir canilikle ilişkilendirilmek zorunda değildir der, kitabın sonucunda Hannah Arendt.

Hocam isterseniz şu soruyla başlayalım.

Bu kitabı şu anda önemli yapan şey ne? Şu anı geçersek bu kitabı yazıldığı dönemde tartışmaya açan, büyük tartışmalara sebep olan bir kitap haline getiren şey nedir?

Ahmet Yıldız: Kitap yayınlandıktan sonra tabi ciddi bir tartışma başlıyor ve bu tartışmayı tetikleyen sorular, daha çok Yahudi toplumu tarafından sorulan sorular olarak ortaya çıkıyor. Çünkü Yahudi kanaat önderleri Hannah Arentd’in bu kitabından hiç de memnun kalmıyorlar. Onun gündeme getirdiği ve problemitize ettiği sorulardan bir tanesi 4.5 ile 6 milyon arasında değişen sayıda Yahudi’nin öldürüldüğü büyük katliamın, soykırımın gerçekleşmesinde Yahudi konseylerinin rolü. Yahudi konseylerinin rolünden eğer hatırlarsak sayısız Hollywood filmini biliriz. Sonuç itibariyle İkinci Dünya savaşında Yahudilerin maruz kaldığı büyük soykırımı farklı şekillerde hikaye eden ve Nazilerin uygulamalarını anlatan dolayısıyla zihnimizde artık sabit, çakılı bir şablonla algıladığımız Yahudi holokastına ilişkin olarak, Yahudi soykırımına ilişkin olarak ortaya çıkan kabulleri sorgulayan, dolayısıyla bu soykırımın ortaya çıkmasında Merkezi Yahudi Konseyinin ve Yahudilerin yaşadığı yerlerdeki Yahudi konseylerinin rolünü gündeme getiren bir kitap, bir değerlendirme olması itibariyle ciddi bir tartışma getiriyor. Kendisi de bir Alman Yahudi’si olan ve sonuç itibariyle Almanya’daki Nazi rejiminden kaçarak Amerika’ya giden bir düşünür Hannah Arendt. En ucuz yakıştırma, ona kendi kendinden nefret eden Yahudi imajının yapıştırılmasıdır. Oysa mesele bu kadar basit değildir. Bu kitabın gündeme getirdiği birçok soruyla birlikte, içinden geldiği topluma eleştirel bakabilen, onun görmek istemediği olumsuzlukları görebilen, bunu gösterebilen, bunu aşağılık duygusuyla, yaranma duygusuyla değil, hakikate şahitlik yapma duygusu üzerinden yapması, bu çalışmayı anlamlı kılıyor. Dahası çok büyük bir baskı altında, adeta bir tiyatral gösteri alanına dönüştürülen mahkeme salonunda bütün holokastın sorumluluğunun bir kişi üzerinden tanıklar yoluyla hesabının sorulduğu ve bütün soykırım suçunun hesabının bir kişi üzerinden görülmeye çalışıldığı bir ortamda, suçun ve cezanın şahsiliği üzerinden hadiseye bakabilen, hakim kabuller üzerinden bir okuma yapmayı reddederek kanunilik-hukukilik ilişkisini sorgulayan, adalet ile yargılama arasındaki ilişkiyi problematize eden ve dolayısıyla da Adolf Eichmann aynasından hem holokasta bakışımızı değiştiren, onu nasıl okuyacağımıza ilişkin kabullerimize yeniden bakmamızı salık veren hem de insanın anlam arayışını hürriyet ve adalet değerleriyle kesiştiren bir önemli çalışma bu.

Abdulvahid Gezer: Şimdi kitabın girişinde ilk karşımıza çıkan şey Kudüs’teki mahkemenin bir tasviri ve bu tasvirde Hannah Arendt bize bir mahkeme salonundan ziyade bir tiyatro salonu imajının olduğunu anlatıyor ve şöyle söylüyor; her şey tamamen bir şova matuf şekilde hazırlanmış ve bu şovun nihayetinde de tabii ki verilmek istenen bir mesaj var. Bu mesaj kaygısı şöyle özetlenebilir; antisemitizmle özdeşleştirilerek yargıladıkları Adolf Eichmann bir cani olarak yani insan dışı bir varlık olarak, bizim dışımızda bizimle tamamen kontrast halinde, tamamen zıtlık halinde bir özne olarak kurgulanıyor, bütün günahlarımızın da onun üzerine yıkılmasını ve böylelikle insanlık olarak holokost dediğimiz ayıptan sıyrılmamızı sağlayacak bir tiyatro alanı olarak sunuyor bize Hannah Arendt. Bu duygu toplumsal duygu, toplumsal psikoloji nasıl var oluyor, nasıl bir sürece sokuyor bizim zihinlerimizi, isterseniz buradan devam edelim.

Ahmet Yıldız: Şimdi eleştirel düşünce rahatsız edicidir. Hakim kabulleri sorguladığınızda mutlaka birilerinin zihin konforunu bozar. Dolayısıyla 1960’a geldiğimizde Batı dünyasının holokasttan sorumlu olarak duyduğu büyük suçluluk duygusu diyelim—varsa öyle bir duygu—o suçluluk duygusu üzerinden holokastı tartışma dışına alması, onunla ilgili bir düşünmeyi neredeyse yasaklaması ve hakim klişeler üzerinden buna bakılmasını neredeyse dayatmasını sorgulayan birisi Hannah Arendt. Dolayısıyla hem Yahudi toplumunun hem de İsrail dışındaki beşeri kamuoyunun bu meseleye bakışına yeni sorularla katkıda bulunan ve dolayısıyla da bir at sineği gibi insanları rahatsız eden bir kitap bu. Tiyatro sahnesini tiyatro aktörleri üzerinden farklı farklı tasvir ederek bunu gerçekleştirebiliyor. Bir defa mahkemenin kendisini tasvir ediyor, sonra yargılayanları tasvir ediyor; kimler bunlar, yargılayanlar? İşte İsrail’in atadığı dört tane hakim. Peki suçun niteliği nedir? Suçun niteliğini tasvir ediyor. Bu suç Yahudilere karşı işlenmiş bir suç mudur? İnsanlığa karşı işlenmiş bir suç mudur? Doğru mahkeme midir bu? Başka yerde mi kurulması gerekirdi bu mahkemenin? Suçun niteliği nedir? Suçun ve cezanın şahsiliği meselesini tam bu örnek üzerinden de düşünebiliriz. Çünkü 4.5 ile 6 milyon arasındaki insanın öldürülmesi, ortadan kaldırılmasının hesabını bir insan üzerinden nasıl görebilirsiniz? Bir yargılama bir sonuca ulaşabilmek için bir şova dönüştürülebilir mi? Tanıklar açısından bir resim ortaya koyuyor, suçlanan ve onu savunanlar, avukatları üzerinden bir resim ortaya koyuyor, bütün bu resmin üzerinden sürgün, toplama ve sonuç itibariyle gaz odalarında yok etmeyle sonuçlanan birinci, ikinci ve nihai çözümlere ilişkin süreci anlatıyor ve bütün bunlar üzerinden suçun niteliği üzerine bir tartışma gerçekleştirerek, Adolf Eichmann’ın konumunu onun gözünden bu kadar insanın öldürülmesinin nasıl anlamlandırıldığını tartışıyor. Bütün bunlar elbette hem Amerika’daki hem de İsraildeki yaygın kabulleri ciddi şekilde sorgulayan, toplumsal baskıyı delen bir etki yapıyor ve bu toplumsal baskıyı delen kişi, bu fikirleri ortaya koyduğunda yaygın bir linç kampanyasına deyim yerindeyse maruz kalıyor. Ama şu önemli; Hannah Arendt bu kampanyada ayakta durmayı başarıyor. Dostlarını kaybetme pahasına doğruları, doğru olduğuna inandığı ilkeleri dile getirmekten vazgeçmiyor ve dolayısıyla bizim Nazilere sempati duymamızı değil, Yahudi soykırımına dönük olarak acılarımızı ya da üzüntülerimizi azaltmaya dönük olarak değil ama hakikate yaptığımız şahitliği, şahitlikteki sapmaları, neden bu sapmaların meydana geldiğini ve dolayısıyla da bizim doğruya ve adalete verdiğimiz değerin neler üzerinden biçimlenmesi gerektiğine dair bir tartışma yapıyor. Bu tartışmanın bugün de çok değerli olduğu kanaatindeyim.

Abdulvahid Gezer: Suçlu kim sorusu kitabın bir yerinde herhalde merkezde de diyebiliriz. Şöyle bir soru geliyor benim aklıma; önümüze konulan Adolf Eichmann bir prototip olarak kimleri temsil ediyor? Yani geçen programlarımızda şöyle bir şeyden bahsetmiştik; Ahlakın varlığı için öncelikle hürriyetten ve akıl yürütmeden söz etmemiz gerekir. Burada gördüğüm kadarıyla hem aklı inaktif duruma, getirme aklı etkinsizleştirme söz konusu hem de hürriyetin de olmadığı totaliter bir yapı söz konusu. Böyle bir durumda insandan nasıl ahlaki bir varlık olarak bahsedeceğiz?

Ahmet Yıldız: Ahlaki bir varlık olarak insan, Kantçı anlamda tercih yapabilen bir varlıktır. Tercih yapabilen, irade ortaya koyabilen insan ahlaki bir varlıktır. Çünkü sonuçta ahlak bizim iyiye ve kötüye dair tercihlerimizi ifade eder. İyiye ve kötüye dair tercih yapabilen insan, irade ortaya koyabilen, seçim yapabilen ve bu seçimin sonucunu öngören bir varlıktır. Dolayısıyla pratik aklın bir gereği olarak bunu yapabilmesi için hür olabilmesi gerekir. Çünkü şunu ya da bunu tercih ediyorsanız bu tercihi yapabilme hürriyetinizin olması gerekir. Bunu yapabilen insan hürdür, bunu yaptığı zaman da o insan ahlaki bir duruşa sahiptir. Nitekim Eichmann duruşmalar sırasında Kant’ı okuduğunu ifade eder ve kendi duruşunun da buna uygun olduğunu ileri sürünce mahkeme salonunda bir duş etkisi yapar bu. Çünkü Eichmann lise eğitimini tamamlamamış klişelerle konuşan, konuşma kabiliyeti bile son derece sınırlı olan, dolayısıyla düşünebilme yetenekleri de bu anlamda çok inkişaf etmemiş bir insan. Bunun Kant’ın kategorik emrine atıfta bulunması ve kendisi için düşündüğünü başkası için de düşünebilme kapasitesine göndermede bulunması mahkeme heyetini şoke eder. Kant’a atıf yapabiliyorsa bunun hani ciddiye alınması gerektiği anlamında bir sonuç doğurur. Oysa Eichmann suçun, holokastın suçlusunun kendisi olmadığını ileri sürer. Çünkü ailesinden de Yahudilerin bulunduğu, savaş öncesi Yahudilerin yok edilmesine dönük kampanya başlamadan önce Yahudilere yardımda bulunan, onlarla ilişkide bulunan, sonrasında da ilişki kuran, dolayısıyla Yahudilere sırf Yahudi oldukları için düşmanlık yapan, saf bundan ibaret birisi değil ve dahası Yahudilerin 1941 yılından itibaren 1944’e kadar uzanan süreçte yok edilmesi boyunca, Yahudilere düşmanlık duyduğu için bunu yapan birisi değil. Sadece kendisine gelen emirler böyle olduğu için bu emirleri sorgusuz sualsiz, üzerinde düşünmeden geldiği gibi uygulamaya aktaran ve yaptıklarının sonucu üzerinde düşünmeyen, yaptıklarının, söylediklerinin sonuçları üzerinde düşünmeyen bir kişi olarak orda durduğunu belirtir. Çünkü Führer emirleri kanundur. Kanun yerine getirilir, bir asker olarak onun yapması gereken, emirlere uymasıdır. Dolayısıyla toplamda baktığımızda aslında bu karşımıza şunu çıkarıyor; gelen ağam giden paşam diyorsanız, siz sizden beklenen rolü efendileriniz değiştirdiğinde yine aynı şekilde yapmaya devam ediyorsanız bu sizi sorumluluktan kurtarır mı sorusunu sormak gerekiyor. Eichmann bir anlamda kendi konumunu bu noktaya getirerek kendi savunmasını yapıyor. Bu açıdan Eichmann’a baktığımızda, verilen emrin niteliği üzerinde düşünmeyen, içeriğinin ne olduğunu önemsemeyen, sadece emir olduğu için yerine getiren ve neticelerinden bağımsız olarak bunu yapan, bu yüzden de kendisini sorumlu görmeyen bir asker-bürokrat tipiyle karşılaşıyoruz. Çünkü sonuçta Eichmann, önce sürgün olarak başlayan yani Almanya’daki Yahudileri Almanya dışına sürülmesi sürecini yöneten, bunun mekanizmalarını kuran ve uygulayan, sonrasında toplama kamplarına alınmalarını organize eden, en nihayetinde fiziki olarak ortadan kaldırılmalarını içeren nihai “çözüm süreci”ni yöneten kişi olarak karşımızda. Dolayısıyla bunun muhtemelen bir insan kasabı olmasını bekleriz biz. Oysa Eichmann yaptığının yanlış olduğunu, suç olduğunu kabul etmekle birlikte asla bir insan kasabı olduğunu kabul etmez, bir Yahudi düşmanı olduğunu kabul etmez, Yahudi olduğu için Yahudilik’ten kaynaklanan bir düşmanlıkla, antisemitizm ile bunu yapmadığını ifade eder, yaptığı tek şey emredilenleri yerine getirmektir.

Abdulvahid Gezer: Tam da bu noktada az önce hani birinci adım, ikinci adım ve nihai çözüm—Eichmann’ın kullandığı ifadelerle—burada bu dilin kullanımında da bir şey görüyoruz; suçun niteliğinin dil üzerinden değiştirilmesi. Yani insanların gaz odalarında öldürülmesi fiiline “nihai çözüm” ismi takılarak onun sıradanlaştırılıyor olması.

Ahmet Yıldız: Bu terminoloji çok önemli, isimlendirme gerçekten çok önemli. Aynı şeyi biz Stalin Rusya’sında da, Sovyetler Birliğinde de görebiliriz. Çünkü sizin otoriterlik, tek adam, baskıcı rejim diyebileceğiniz uygulamalara orada demokratik merkeziyetçilik denir. Her şeye şık bir isim ambalajı üzerinden perdeleme yapılır.

Abdulvahid Gezer: Ceza mühendisliğine de matuf bir şekilde...

Ahmet Yıldız: Aynen öyle, bu totaliter rejimlerin hepsinin başvurduğu bir yoldur. Bugün de tabiî ki propaganda yoluyla kamuoyu oluşturma ve algı yönetimi yoluyla da benzer durumlar gerçekleştirilebiliyor. Buna da dikkat etmek gerekir. Yahudi soykırımı sonuç itibariyle yazılı olarak tevsik edilen, yazılı olarak yürütülen bir süreç değil, sözlü olarak yürütülen ve farkında olunarak yürütülen, az kişinin bildiği ama herkese mal olmuş bir sır konumundadır. Bizim Kemalist Tek Parti dönemine ait bir takım uygulamalarda aslında böyledir. Yazılı hale getirilmediği için ya da yasal bir düzenleme üzerinden gerçekleştirilmediği için, yok olduğu iddia edilen bir takım uygulamalar, mesela kadın kıyafetine sokakta müdahale, konuşulan dilin, sokaktaki dilin—Arapça ya da Kürtçe—engellenmesi, bu Türkçe dışındaki dilleri konuşan bu “yabani” varlıkların yaptıklarının engellenmesinin idari ve inzibati tedbirler marifetiyle gerçekleştirilmesi... bugün birilerinin böyle bir şey yaşanmadı demesi gibi bir sonuca yol açıyor. Dolayısıyla holokastı inkar edenlerin de belki dayandıkları unsurlardan birisi bu olabilir, yazılı olması gerekmiyor ve bu yazılı olmama tercih edilen bir durumdur. Adlandırma da bunun farklı bir boyutu elbette.

Abdulvahid Gezer: Burada şöyle bir şey geliyor benim aklıma, biz hani Müslümanlar olarak, hak dinin tabileri olduğumuzu hesaba kattığımız için her zaman, şunu söylüyoruz üst yapısal bir noktadan bakarak; Türkiye’de veya İslam ülkelerinde herhangi bir unsura karşı holokost benzeri bir soykırım yaşanmaz, mümkün değildir. Neden? Çünkü bizim dinimiz bize öyle bir şeyin aksini vaaz eder. Biz ona uyar mıyız, uymaz mıyız sorusu bir kenara bırakılarak, kendimizi o tip şeylerden tebrie ettiğimizi görüyoruz. Yani biz de olmaz, bu kendi içerisinde bir...

Ahmet Yıldız: Tabi bu aslında insan iradesiyle davranışı arasında bir tür otomatiklik, kendiliğindenlik ilişkisi var saymaya dayanan bir yanılsamadır. Müslüman doğru söyler çünkü İslamiyet doğruluğu emreder ama Müslüman yalan söyler. Müslüman hırsızlık yapmaz çünkü İslamiyet hırsızlığı yasaklar ama Müslüman hırsızlık yapar. Müslüman asla başkasının haklarını zayi etmez, teröre başvurmaz ama terörist Müslüman olabilir. Dolayısıyla ahlakla davranış arasında kurduğumuz ilişkiyi biz değerler üzerinden ifade ettiğimizde çok fazla bir şey anlatmaz bize. Ama şöyle söyleyebiliriz; İslam tarihine baktığımızda, ırkçı uygulamalara rastlamıyoruz. Çünkü ırkçılık İslamiyet’in açıktan yasakladığı ve reddettiği bir şeydir. O yüzden de Müslüman toplumlarda Yahudiler barış içerisinde ve azınlık içinde yaşarken, antisemitizmin Hristiyan toplumlarına hakim olduğunu—bunun dini ve din dışı sebeplere dayalı açıklamaları olabilir—ve yoğun bir şekilde Yahudi katliamlarının yaşandığını görüyoruz. Ama bu, ırkçılığın Müslüman toplumlara girmeyeceği ya da girmediği anlamına gelmez. Bugün Batıda var olan bütün olumsuzlukların Müslüman toplumlarda da var olduğunu, modernleşme süreciyle birlikte küresel bir dünya da Müslümanların her türlü olumsuzlukla maalesef alude hale geldiğini söylemek mümkün. Dolayısıyla da bu tür ayrımcılıklar İslamiyet’in reddettiği ve kabul etmediği bir şeydir ama bugünün Müslümanlarının buna karşı ahlaki duruşlarını çok daha fazla güçlendirmeleri ve kolektif olarak ortaya koymaları gerekiyor. Müslümanların emin olmaktan çıkması, kendi başına bizim için yeterli bir karine.

Abdulvahid Gezer: Eichmann’ın Kant’tan alıntı yaparak konuştuğunu söylemiştiniz mahkemede. Mesela bizim şu an etrafımızda gördüğümüz genel söylem şu şekilde kurulur; kötülük, cehalet ve bilumum kafamızda olumsuz çağrışımları bulunan sıfatlar aynı torbaya konulur ve bunların hepsi bir insanda birlikte bulunur, bunun karşısında da iyilik, ahlak, ilim bunların hepsi de bir paket olarak yine aynı şekilde bir başka insan da bulunur ve bunların arasında herhangi bir gri alanın varlığından söz edemezmişiz gibi bir algı kurulur. Yani bir şey kötüyse mutlak olarak kötüdür; bir şey iyiyse mutlak olarak iyidir. İyiyim diyorsak kötülük bizim semtimize uğramaz, kötüyseler—çünkü biz kötü değilizdir genelde, kötü olan başkasıdır—onlardan da bizim görebileceğimiz bir iyilik yoktur diyerek her şeyi bir siyah-beyaz alana kilitlediğimizi görüyoruz. Yani bu “kötülüğün sıradanlığı” kavramsallaştırmasıyla meydan okunan zihinsel yapı, toplumda neden, nasıl kurgulanıyor ben bunu henüz çözebilmiş değilimç. Yani neden kötü öteki olan da vardır ve bütün kötülükleri aynı anda içkin bir şekilde barındırır ve biz neden her zaman iyi olmak zorundayızdır?

Ahmet Yıldız: Evet, bu ben-merkezli, kendine dönük narsisizmin kişisel ya da kolektif düzeydeki yansımasıdır. Aslında bu konforu Hannah Arendt bozuyor. Hollywood filmlerinin hiçbirinde bunun işlenmediğini söylemiştim. Yahudi Konseylerinin Yahudi toplumunu örgütlemesi, sürgünleri, toplama kamplarına gidişleri organize etmesi, Yahudilerin sahip olduğu bütün mal varlıklarının sayılarını tespit edip, Yahudilerin hem kendilerinin hem mal varlıklarının Nazi makamlarına teslim edilmesi, onların o yolculuklarının organize edilmesi, transfer için ihtiyaç duyulan kamyonların sağlanması için finansman sağlaması... hülasa hepsini örgütlü bir Yahudi toplumunun gerçekleştirmesi ve bu Yahudi toplumu liderlerinin bu sürecin dışında bırakılması... Şu soru sorulabiliyor; eğer Yahudi Konseyleri, Yahudilere dönük bu soykırım sürecini organize etmeselerdi, hayatta kalan Yahudilerin sayısı çok daha yüksek olurdu, belki de holokasta uğrayanların yarısı hayatta kalmış olurdu. Ama sınıfsal bir bakış açısı üzerinden daha zengin ve daha eğitimli olan Yahudilerin çok az bir kısmının hayatta kalması karşılığında çok büyük bir kitlenin ortadan kaldırıldığını ve Yahudi Konseylerinin burada son derece kolaylaştırıcı bir rol oynadığını görebiliyoruz. Öyle ise Hannah Arendt “kötülüğün sıradanlığı” kavramlaştırması üzerinden bize itaatin temellerini sorgulamamız gerektiğini söylüyor. Neye itaat ediyorsunuz? Neden itaat ediyorsunuz? Çünkü bizim geleneksel “milli kültür”de itaat çok yüceltilen bir değerdir. Kara Mustafa Paşaya, ikinci Viyana yenilgisinden sonra idam emri gelir ve o idam emri sorgulanmadan yerine getirilir. Bir kültleştirme söz konusudur itaat üzerinden. İtaat miti dolayısıyla sizi yanlış olana da itaat etmeniz gibi bir sonucu doğurur. Peki milyonlarca insanın yok edilmesi sonucunu doğuran bu korkunç emirleri yerine getirmek nasıl bir şeydir? Böyle bir insanın insan dışı bir varlık olarak düşünülmesi gerekir. Öyle değil halbuki. Duyguları olan, pekala Yahudilere karşı sempatisi de olan, zati olarak Yahudi düşmanı olmayan bir insan nasıl bu kadar bu emirleri sorgulamadan, görmeden uygulamıştır, emre itaat etmiştir, kanunlara itaat etmiştir.

Çünkü düşünmeyen, düşünmediği için tercih yapmayan, yaptıklarının sonucu üzerinde farkındalık oluşturmadığı için de ne yaptığını düşünmeden, önemsemeden gelen emirleri uygulayan bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Sıradanlık bu. Kötülüğün sıradanlığı. Kötülük sıradanlaşıyor çünkü bu saf kötülük diyebileceğimiz bir durum, buna rağmen bu kötülük sadece bir emre itaat üzerinden, kanunlara itaat üzerinden algılandığı için sıradanlaştırılarak önemsenmiyor ve sonuçları üzerinde düşünülmüyor. İşte burada ahlakilik ortadan kalkıyor. Burada hürriyet ortadan kalkıyor ve insan, emir-komuta zinciri içerisinde “otomatlaşan” insan iradesini yitiriyor, hürriyetini yitiriyor, dolayısıyla da kötülük sıradan bir şey haline gelebiliyor ve onu kanıksıyor. Düşünebileceğiniz her türlü işkencenin ya da yok etmenin, insanlık dışı muamelenin gerçekleştiği psikolojik atmosferin nasıl rasyonalize edildiğine ilişkin ya da kolektif rasyonalizasyona ilişkin bir atmosferi veriyor bize. Kendinizi biraz o sıcak ortamın dışına alıp daha sonra baktığınızda, zaman ve mekan açısından soğutmaya aldığınızda o hadiseleri, muhtemelen “bunu ben nasıl yaptım ya da bunu biz nasıl yaptık” sorusunu sorabileceksiniz. Ama onu sıcağı sıcağına yaşarken o sürecin bir parçası haline geldiğinizi görmezseniz, işte kötülüğün sıradanlığı dediğimiz bir olguyla karşı karşıya kalırsınız.

Hannah Arendt bize şunu hatırlatıyor; suç şahsi, cezalarda şahsi olmak zorunda. dahası ölçülülük ve orantılılık kriterleri üzerinden verilmek zorunda. Adolf Eichmann, evet milyonlarca insanın sürgün edilmesinden toplama kamplarına ve sonra da fiziki eliminasyon kamplarına gönderilmesinden sorumludur, ama bunu yaparken insanlık ve Yahudi düşmanı olduğu için bunları yapmadı. Bunları kötülüğün sıradanlaştırılması olgusu üzerinden kendi insan olma benliğini, ahlaki varlığını kaybederek gerçekleştirdi ve bu hepimizin başına gelebilir. Yaşadığımız ortamlar da siyasal olanın ya da dini olanın ya da her neyse sizi belirleyenin ağır yakıcılığı altında daha sonra hiç onaylamayacağınız eylemlerde, hareketlerde bulunabilirsiniz. Bu açıdan çok ciddi bir hatırlatmadır.

Buna şunu eklememiz mümkün, yargılama sadece adaleti gerçekleştirmek için yapılır der Hannah Arendt. Sayısız tanık çağrılır, sonuçta holokosttan kurtulan bir şekilde Nazi zulmüne maruz kalmış her tanık gelir, bunların bir kısmı şovlar yapar, maruz kaldıkları zulümler anlatılır, bunların hepsi Eichmann’ın sırtına bindirilir. Oysa Eichmann somut olarak hiçbirinden sorumlu değildir. Ama hepsinin gerçekleşmesini sağlayan zembereğin hareket ettiricisidir. Dolayısıyla Eichmann kendisinin suçsuz olduğunu iddia etmez ama tek tek her suç üzerinden değerlendirilmek zorundadır. Her suçla doğrudan ilişkisinin kurulması ve o ilişki düzeyinin ölçülülük ve orantılılık üzerinden tanımlanması gerekir. O yüzden suçlananın, adaletin gerçekleşebilmesi için kendisini sağlıklı bir şekilde savunabilmesi şarttır. Oysa sadece tek bir avukatı vardır, onun için tanıklık yapabileceklerin hepsi İsrail’e geldiklerinde tutuklanma durumunda olduğu için hiçbirisi gelememiştir, sanık lehine olan tanıkların hiçbirisi dinlenememiştir. Usule ermek usul iledir. Adalet hiçbir eksiği kaldırmaz, usuldeki eksiklikleri hiç kaldırmaz. Dolayısıyla somut olarak Eichmann örneğinde, mahkeme savunmayı reddeder ve asılmasına karar verir. Eichmann 1961’de asılır, bir gece 11’e doğru. Ama sonuç itibariyle bunları değerlendirdiğimizde, bu vurgu çok büyük önem taşıyor; yargılama sizin kendinizi rahatlatabileceğiniz, içinizdeki bütün olumsuzlukları yansıtabileceğiniz, her şeyden sorumlu birisini bulup, Eichmann’ın şahsında kimi sorumlu görmek istiyorsanız bütün sorumlulukları onun üzerine yükleyip, onu tanımlayacağınız bir sahne değildir yargılama sahnesi. Yargılamanın tek amacı vardır yargılayan açısından da yargılanan açısından da ve sadece orada gerçekleşmesi gereken bir süreçtir bu: adalet. Adalet suçlu olanın suçuyla orantılı ölçüde ve kendisiyle sınırlı olarak tedip edilmesi, cezalandırılmasıdır. Suçu genellediğinizde, kolektif hale getirdiğinizde ona ait olmayan suçları ona nispet ettiğinizde, daha önce suç olmayan bir şeyi—mesela bu çok tartışılması gereken bir şeydir, çünkü soykırım suçu 1948 Cenevre Sözleşmesiyle tanımlanmış bir suçtur, bunu geriye doğru nasıl yürütürsünüz, bu ayrı bir tartışma konusudur—bugün suç olmayan bir şeyi yarın suç sayıp, sorumlular hakkında işlem yaptığınızda yine hukukun temel ilkeleri açısından suçun nitelikleri ve unsurlarını çok iyi tanımlamak gerekir.

Hannah Arendt bütün bunları sorgulayarak önümüze irade, ahlak, hürriyet ve adalet ilişkisini getirir ve bu son derece önemli bir şeydir. Yargılama sadece adaleti gerçekleştirme amacına dönük olabilir, siyasi atmosferden etkilenerek, yerleşik çıkarlardan beslenerek, bunları mahkeme salonuna taşıyarak asla yargılama yapamazsınız. Bu yargılamadan asla adalet çıkmaz; her şey çıkabilir, adalet çıkmaz. Adalet toplumun temelidir, toplumu ayakta tutan temel değerdir. Yargılamanın da bunu gerçekleştirmeye matuf olması gerekir. Benim çıkarlarımdan bağımsız olarak, benim istediğim sonuç gerçekleşir ya da gerçekleşmez bundan bağımsız olarak, evet Almanya’da hakimler var, Türkiye’ de hakimler var dedirtecek şekilde hakimlerin adaleti gerçekleştirmeye dönük olarak bütün bu süreci yönetebilmeleri gerekir. Yargılama sürecinin adaletle ilişkisini bu açıdan problematize etmemiz bugün de bizim için son derece anlam taşıyan bir durumdur. Bu bizi rahatsız etse de, kabullerimize dönük bir sorgulama getirse de, yaralarımızı da deşse, nasıl olursa olsun, adalet mekanizması en küçük bir şüpheyi ve gölgeyi kaldırmaz. Bu yüzden de adaleti uygulayan infaz memurlarının, adaletin gereğini uygularken kendi duygularını kattıkları her süreç suçtur. O insanları doğrudan o suçun ortağı yapar. Bunu yapmaya İslami açıdan hakkımız yoktur. Böyle bir şey yapamazsınız siz. Sadece adaletin gerçekleştirilmesinde bunu uygulayan bir unsursunuz. Oraya duygularınızı yansıtma hakkına sahip değilsiniz. Duygularınızı yansıttığınızda bu adalet terazisini eğen bir durumdur. Bu yüzden Eichmann özelinden hareket ettiğimizde aslında karşımıza çok temel toplumsal dengelerin nasıl kurulduğunu, bir yargılama sahnesine nasıl yansıdığını ve onun üzerinden insanların ne tür hesapları aklamak istediğini gösterir. Bu açıdan entelektüel neyse Hannah Arendt odur.

Abdulvahid Gezer: Esasında olayın sonu yani final, Eichmann’ın asılmasıyla biten olay bize bir başka çelişki daha sunuyor benim gördüğüm kadarıyla, o da şu; bütün suçları üzerine yüklediğiniz o günahkar asıldıktan sonra yani ortadan kaldırıldıktan sonra siz adaletin tam olarak tesis edilemediğini şu şekilde yeniden fark ediyorsunuz ki, esasında Eichmann’ın o suçların, o kolektif suçların tek suçlusu olarak kabul edildiği bir durum da idamı, suçlunun yeteri kadar cezalandırıldığı anlamına gelecekti ve holokost sürecinin artık adil bir şekilde kendisiyle hesaplaşılan bir süreç olduğu anlamına gelecekti, fakat Yahudi toplumunun holokostla hesaplaşmasının henüz bitmediğini görüyoruz. Bu da zaten esasında yargının temelindeki çelişkiden kaynaklanıyor. Çünkü ortada kolektif bir suç vardı, tek bir bireye bütün suçlar her ne kadar o mahkemede yıkılmış olsa bile, o mahkemenin kararı olan idam, o kolektif suçun cezalandırılması için yeterli bir cevap değildi. Ve bu devam eden süreçte de bizim Yahudi toplumunda gördüğümüz, o holokost psikolojisinde gördüğümüz bir şey.

Ahmet Yıldız: Aslında bitmeyen yasın politik olarak araçsallaştırılması bu. Politik olarak araçsallaştırma size dönük olan—deyim yerindeyse—borcun sürekli tahsil edilmesi, o borcun hiç kapatılmaması anlamına geliyor. Bütünüyle araçsal bir yaklaşım. İnsani açıdan saygımızı bir kenarda tutarak ama politik açıdan araçsallaştırıldığını ve bitmeyen yasların temelinde bu unsurunda çok önemli bir rolü olduğunu hatırlamamız gerekiyor.

Abdulvahid Gezer: Teşekkürler hocam.

Bugün Eichmann Kudüs’te kitabını konuştuk Doç. Dr. Ahmet Yıldız’la beraber. Kitabın temelinde iki mesele vardı. Bunlardan birincisi bir Nazi subayı olarak Eichmann’ın işlediği suçlarla kendi ahlakı arasında kurduğu, daha doğrusu kuramadığı o ilişki yani bir akıl yürütme, bir irade eksikliğinden kaynaklanan bir suçluluk süreci ve beri tarafta bu suçun yargılanma sürecinde bir adalet mekanizması olarak değil de bir şov mekanizması olarak işleyen mahkeme ve bunun toplumsal psikolojiyle etkileşimini anlamaya çalıştık.

Bugünlük bu kadar, önümüzde ki programda görüşmek üzere.