Doğu’da ve Batı’da Siyaset, Otorite ve Meşruiyet - (2. Bölüm)

12.01.2017

Doğu’da ve Batı’da Siyaset, Otorite ve Meşruiyet?

Cam Kulübeden [2. Bölüm]

 

M. Akif Memmi: TV111 ekranlarından merhaba. Doç. Dr. Ahmet Yıldız ile birlikte Bediüzzaman’ı ve siyaset fikrini konuşmaya devam ediyoruz. İlk bölümümüzde daha çok siyasetin bir tanımını yaptık, kapsamlı bir tanımını, geniş tanımını yaptık. Ardından siyaset dışında bir alanın da olamayacağını konuştuk. Yine burada bütün uluslararası hukuk, insan hakları gibi söylemlere rağmen hala gücün cari, geçerli etken olduğundan bahsettik. Ve aslında bir kavramsal çerçeve çizmiş, giriş yapmış olduk. İsterseniz bu bölümde biraz da Bediüzzaman’ın bunlar karşısında duruşu neydi, nasıl yaklaştı−malum hem Bediüzzaman Osmanlının son döneminde yaşadı, hem tek parti dönemini gördü, hem çok parti dönemini gördü−spesifik Bediüzzaman’ın yaşamı üzerinden siyasete bakışını konuşalım.

Ahmet Yıldız:Evet, Bediüzzaman Osmanlı modernleşmesinin son bölümünde yaşamış, dolayısıyla Osmanlı modernleşmesinin ortaya çıkardığı problemleri meşrutiyet devrimiyle birlikte yaşayan ve buna karşı çok yoğun etkileşim içerisine girmiş bir isim. Bediüzzaman siyasi farkındalığını kendi ifadesiyle 1890’ların başlarında Cemaleddin Efgani’nin öğrencilerinden biriyle tanışmasıyla Mardin’de gerçekleştiğini ve yine burada Namık Kemal’in rüyası üzerinden Genç Osmanlılar’ın “İttihad-ı İslam” düşüncesi ile ilişkilendiğini ve bir siyasi tahayyül oluşturmaya başladığını görüyoruz.

M. Akif Memmi: Çok erken yaşlardan bahsediyoruz değil mi?

Ahmet Yıldız: Çok erken yaşlardan bahsediyoruz. Çünkü 1878 doğumlu olduğunu düşündüğümüzde henüz 15-16 yaşlarında bir genç isimden bahsediyoruz. Aynı şekilde yine hayatına damga vurmuş ve kendisinde büyük bir fikri inkılap medyada getirmiş hadiselerden birisi de yine yüzyılın sonunda Van’da iken Tahir Paşa konağında kalırken, orada bir gazetede gördüğü ve “bu Kur’an Müslümanların elinde durdukça, bizim onları mağlubiyete uğratmamız mümkün değil. Ya Müslümanları Kur’an’dan soğutacağız ya da bunu ellerinden alacağız” şeklindeki İngiliz Sömürgeler Bakanına nisbet edilen ama muhtemelen 1876’daki Bulgar köylü ayaklanmasının sonrasında Bulgarların büyük katliamına karşı Osmanlı Devleti’nin de ciddi bir bastırmayla karşılık vermesi ve bunun sonucunca ölü sayısının çok fazla olmasının Batı kamuoyunda bir tür “İslamofobi” oluşturması ve bunun Avam Kamarası’ndaki yansıması olarak yani Osmanlıların medeniyetten uzak vahşi bir siyaset izledikleri, Hristiyanlara karşı katliam politikası takip ettikleri ve Bulgar ayaklanmasının bunun bir örneği olduğu üzerine yapılan tartışmada Gladiston’a nispet edilen bir değerlendirme olarak gerekir. Ama bu sonuç itibariyle o zaman kadar ilim öğrenme ve ilim öğretme gibi bir misyonla kendisini tanımlayan bir Bediüzzaman’ın artık “Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu ortaya koyacağım” gibi yeni bir misyon edinmesine ve dolayısıyla aktivist bir kişilik kazanmasına yol açmıştır.

M. Akif Memmi:Peki bunun ilk bölümde konuştuğumuz, Bediüzzaman’ın işte Cumhuriyet dönemindeki eserlerinde vurguladığı şeylerle birleştirmemiz mümkün mü acaba? Yani Kur’an-ı Kerim’i savunmayı da aslında bir siyaset olarak belirlemiş mi oluyor Bediüzzaman?

Ahmet Yıldız: Bu bakış açısıyla ilişkili bir şey. Sonuç itibariyle Osmanlı modernleşmesini o, Kur’an üzerinden okuyan ya da İslam üzerinden okumaya tabi tutan bir yaklaşıma sahip elbette diğer “İslamcılar” gibi. Ama Bediüzzaman’ın kendisine has, onu Bediüzzaman kılan nietelikleri ve yaklaşımları var. Nitekim siyaset, devlet ve İslam ilişkisini geçmişten radikal şekilde farklılaştıran bir takım gelişmelerin ortaya çıktığını kendisi ifade ediyor ve bu gelişmeler esas itibariyle daha önce şeriatın kurumsal korumaları ya da payandaları fonksiyonunu ifa eden medreselerin, tekkelerin artık devre dışı kalması ve Kur’an’ın i’cazının yani doğrudan vahiy mahsulü olmasının beraberinde getirdiği kendisini koruyan ve ortaya koyan en önemli özelliği haline gelmesi, onun zırhı haline gelmesi şeklindeki yaklaşımıdır.

Dolayısıyla Bediüzzaman’ın ulaştığı nokta her türlü güçten, siyasi otoriteden, devletten ve himayeden bağımsız olarak Kur’an’ın kendi hakkaniyetiyle, adaletiyle, alemlerin rabbi sıfatıyla insanlığa hitabı olması niteliğiyle kendisini sürdüreceğini ve devam ettireceğini tespit etmesidir. Bu siyasi otoriteden müstağni, ondan bağımsız olarak Kur’an’ın kendisini idame ettireceğine dönük bir gözlemdir.

 

M. Akif Memmi:  Peki bu şununla ilişkilendirilebilir mi? Yaşadığı dönemde pek çok toprak parçası Osmanlı devletinden ayrılıyor, yeni siyasi otoriteler ortaya çıkıyor veya krallıklar, yeni devletler ortaya çıkıyor. Aynı zamanda Osmanlı Devleti de ortadan kalkıyor bir yerden sonra. Yani zaten o çağın imparatorlukların bitiş ve ulus-devletlerin kuruluş çağı olduğunu biliyoruz. Bununla ilişkilendirilebilir mi? Yani devletle kurduğu ilişki, bunu “devletsiz de olur” diye mi okumak lazım, böyle mi anlıyor?

 

Ahmet Yıldız:  Bu aslında İslam’ın devlet üzerinden okunmasına dönük bir eleştirel bakış. Çünkü özellikle Abdülhamit’le birlikte içine girilen süreçte İttihad-ı İslam’ın devletin bekası ve mülkün tamamiyeti politikasının bir aracı olarak kullanılması, Sultan’ın kendisini İslamiyet’in ve bütün Müslümanların hamisi/halife olarak lanse etmesi ve buna dönük çok güçlü bir propaganda makinesini harekete geçirmesi, Müslüman kitleler nezdinde de Abdülhamit’le İttihad-ı İslam ve İslam’la özdeşliğinin kurulması gibi bir sonuç doğurmuştur.

Dolayısıyla Abdülhamit’in zayıflaması ya da Osmanlı devlet otoritesinin zayıflaması İslam’ın zayıflaması, gerilemesi ya da Müslümanların zayıflaması gibi totolojik bir sonuç doğurmuştur. Bu toplumsal algı, en azından Müslümanların bir kesiminde yaygınlık kazanmıştır. Oysa şunu açık bir şekilde görebiliyoruz, Genç Osmanlıların ittihad-ı İslam tasavvuru anayasal monarşiye ve parlamentarizme dayanan, İslam’ın biat ve şura kavramları üzerinde temellenen ve bunun onu zaman için güncel bir karşılığını oluşturan dolayısıyla istibdadı bu anlamda reddeden bir yaklaşıma sahip. O zamanki dünyada ulaşımın ve iletişimin ve ulaşımın son derece sınırlı olduğunu hatırladığımızda öncelikle Müslüman toplumun birbirini tanıması son derece sınırlı bir şekilde gerçekleşiyordu. İslami bir kamuoyunun da gazeteler veya dergiler aracılığıyla sınırlı bir şekilde sadece eğitimli kesime hitap ettiğini hatırlarsak; haccın çok fazla öne çıktığını, haccın en önemli ittihad-ı İslam aracı olarak düşünüldüğünü söylememiz mümkün.

Dolayısıyla marifetin, siyasetten önce Müslümanlar arasındaki etkileşimi ve onların birbirini tanımasına dönük bir tasavvurun yaygınlık kazandığını görüyoruz. Ama Abdülhamid’in ittihad-ı İslam politikası ise önemli ölçüde merkeziyetçiliğe ve doğrudan siyasi gücün Abdülhamit’in şahsında toplanmasına, Yıldız’da toplanmasına dayalı bir siyasettir. Bu merkeziyetçilik İslam=Abdülhamit özdeşliği gibi bir sonuç doğurmuş ve meşrutiyet düşüncesinin dinsizlikle ilişkilendirilmesi gibi bir propagandaya vücut vermiştir. Çünkü özellikle meşrutiyetçilik düşüncesini Türkçü ve Batıcı düşünürler tarafından seslendirilmesi, Abdülhamit’e muhalefetin de İslami temeller üzerinden içtihad gibi, şura gibi, meşveret gibi kavramlar üzerinden yapılması çok yoğun bir iktidar çatışmasına dini bir renk verilmesi sonucunu doğurmuştur.

Aslında tarih boyunca hep rastladığımız şey de budur. Siyasi çatışmalar, iktidar çatışmaları kolaylıkla dini bir renge büründürülerek zaruriyat alanına taşınmış ve Müslümanlar arasında kalıcı tefrikalar ortaya çıkmasına yol açmıştır. Siz herhangi bir konuyu nazari alandan çıkarıp zaruriyat alanına taşırsanız onun üzerinde uzlaşma sözkonusu olamaz. O ya hep ya hiçtir, ya var ya yoktur. Asla arada üzerinde uzlaşma yani alma ve vermeye, dolayısıyla belli şeylerden vazgeçmeye, belli şeyleri kabule dönük bir pozisyon oluşturamazsınız.

İşte ittihad-ı İslam siyaseti üzerinden Abdülhamit’in geliştirdiği yaklaşım da “benimle beraberseniz İslam’ın dairesi içerisindesiniz, benimle beraber değilseniz onun dışındasınız” gibi bir yaklaşımın çekirdeğini barındırıyor. Eğer Abdülhamit’in baskıcı politika ve ittihad-ı İslam siyaseti arkasında gizlenebiliyorsa, merkeziyetçi politikaları, çoğulculuğu ortadan kaldıran yaklaşımları Osmanlı Devleti’nin bekasıyla ilişkilendirilip buna muhalefet dine muhalefet gibi sunulabiliyorsa, o zaman hiç bir şekilde Abdülhamit’e muhalefet etmeniz mümkün olmaz. Ona yapacağınız muhalefet İslam’a yapacağınız muhalefet şekline dönüşür. Nitekim Abdülhamit bunu başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Özellikle mesela meşrutiyetin ilanının Anadolu’da Kürtler arasında ve en azından Araplar’ın bir kısmı arasında meydana getirdiği çağrışım, İslam’ın artık hamisiz ve sahipsiz kaldığı şeklindedir. Bunu başarabildiği için de siyaset ve din özdeşliğini kuran ve dolayısıyla çoğulculuğa açık olması gereken bir alanı tekleştiren bir yaklaşımın bu dönemde hakim olduğunu görüyoruz. Bediüzzaman da buna dönük yaklaşımında son derece eleştirel bir bakışa sahip.

M. Akif Memmi:Peki bir yandan da hani tarihsel akışa baktığımız zaman Abdülhamid’in düşündüğü gibi, savunduğu gibi olmuyor mu biraz? Yani Meşrutiyet döneminden itibaren gelişmelere baktığımızda işte yani Cumhuriyetin kuruluşu, katı seküler politikaların benimsenmesi, bir nevi Abdülhamit’in düşüşünden itibaren başlayan bir süreç gibi...

 

Ahmet Yıldız: Onunla beraber devam eden bir sürecin bir sonucudur bu. Çünkü eğitimde sekülerleşme, devlet hayatında sekülerleşme ve toplumsal sekülerleşme Abdülhamit döneminde çok güçlü bir şekilde devam ediyor. Abdülhamit’in kurduğu üniversiteler diyelim, Darülfünun bir tane ama çeşitli meslek mektepleri Mülkiye, Harbiye, Tıbbiye şeklinde kurulan okullar büyük ölçüde Batılı müfredatı takip ediyor, yabancı dilde eğitim yapıyor. Dolayısıyla o dönem  hakim olan biyolojik materyalizm o okullarda okuyan aydın kesime hakim hale geldiğini görüyoruz. Osmanlı bürokrasisinin hem sivil hem askeri kanadı bu fikirler etrafında zaten bütünüyle seküler bir anlayışı, pozitivist bir anlayışı kabul edecek ve yansıtacak bir şekilde yetişiyor. Aslında bu anlamda Abdülhamit, İslami duyarlıkları ortadan kaldıracak veya ona karşı lakayt kalacak kuşağı yetiştiren kişi olarak karşımıza çıkıyor, böyle bir amacı olmasa bile. Dolayısıyla bunların da Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı eleştirel bir bakış geliştirmiş olmalarını anlamak son derece mümkün. Burada problemli olan şey Abdülhamit’in hem tarikatlarla hem ulemayla kurduğu ilişkinin araçsal bir ilişki olması. Dolayısıyla mesele İslam, İslam’ın doğruluğu, hakkaniyetinin muhafazası değil, aslında bu söylem üzerinden Osmanlı Devletinin bekasının sağlanmasıdır. Ama bu beka sağlama sürecinde aslında Osmanlının bir Türkleştirme sürecine de girdiğini, Osmanlı Devletinin 1876 Anayasası ile resmi dilini Türkçe olarak benimsediğini, yasama dilinin Türkçeye dönüştürüldüğünü, yargı dilinin zaman içerisinde sadece Türkçeye dayalı hale getirildiğini ve idarenin de sadece Türkçeyi kullanmaya başladığını, dahası ilkokul düzeyindeki eğitimin de daha önce farklı dillerde gerçekleştirilirken bütünüyle Türkçeleştirildiğini ve mesela Arnavut İsyanının en önemli sebeplerinden birinin İttihatçıların bunu devam ettirmesi olduğunu görüyoruz. Bu Türkleştirme Osmanlıcılık adı altında yürüyen ama defacto olarak hukuki temellere de kavuşan bir süreç olarak devam ediyor. Abdülhamit’in zaten milliyetler meselesine bakışı da elbette böyledir. Kürtlere dönük olarak da Araplara dönük olarak da büyük ölçüde onları kontrol altında tutmaya dönük ilişkiler geliştirdiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu bir devletin bütünlüğünü koruma ve bağımsızlığını teminat altına alma siyasetiydi, o anlamda rasyonel bir siyasetti; bu siyaseti gerçekleştirmek açısından en hani yine fonksiyonel aracın da İttihad-ı İslam siyaseti olduğunu söylememiz mümkün. Burada bütün Müslümanlar resimle aynı şekilde yer almıyor. Belki bir mevali söz konusu değil ama Türkçe/Türk merkezli bir Osmanlı siyasetiyle karşı karşıya olduğumuzu söylememiz mümkün. Abdülhamit’in bu yaklaşımı; her şeyi kendi kontrolü altında tutan ve belirleyen bu yaklaşımına dönük eleştiriler elbette şura ve meşveret kavramları üzerinden yürüyor ve bu eleştiriler sonuç itibariyle Meşrutiyetin yeniden ilanı ve padişahın yetkilerini özellikle 1909 anayasa değişiklikleriyle sınırlanması ve anayasal monarşinin hukuki temellerinin kurulması ile atılmış oluyor. Bediüzzaman’ın buradaki yaklaşımının nadir rastlanan bir şekilde ilkesel olduğunu görüyoruz. Çünkü kendi siyasete bakış açısını belirleyen ilkeler üzerinden siyaseti değerlendirdiğini ve okuduğunu, Abdülhamit’e muhalefet ettiği noktalarda da Abdülhamit’e muhalefet gibi bir amaç taşımadığını ama kendi gözlediği Osmanlı Devletinin ve özellikle o zamanki Kürt toplumun karşı karşıya olduğu temel problemlerin; eğitimsizlik, yoksulluk, ihtilaflar, barışın yokluğu, sürekli çatışma ve dolayısıyla düzenin tesis edilememesi gibi bir problemin hem Osmanlı hem İslam dünyası ölçeğinde de var olduğunu ve bunlar üzerinden problematik bir bakışa sahip olduğunu görüyoruz. Medresetüzzehra talebi de esas itibariyle hani Batı modernitesinin bilimleri sekülarizme alet ederek materyalizmin yaygınlaşmasına sebep olması karşısında eşyaya, hadiselere hem toplumsal hem tabii olaylara tevhid merkezli olarak nasıl bakılabileceğine dönük bir tasavvuru ihtiva ettiği gibi ve bu alamda da büyük bir sentezi tesis edip İslam düşüncesinin çeşitli kollarını da—kelam gibi, fıkıh gibi, tasavvuf gibi—bir araya getiren ve onları birleştiren bir yaklaşım üzerinden aynı zamanda mezhep ve milliyet farklarının da çatışmaya ve Müslümanlar arasında kardeşliği ortadan kaldırmaya dönük sonuçlar üretmemesi için büyük bir tasavvuru temsil ediyor, bir medeniyet ufkunu temsil ediyor.

M. Akif Memmi: Peki yani genelde hani büyük ölçüde bir üniversiteymiş gibi algılanıyor bugünden bakıldığı zaman. Hatta işte hem eski fotoğrafları var, işte Medresetüzzehra’nın temelleri atıldı, para ayrıldı gibi ifadeler var, bunları nereye oturmamız gerekiyor?

Ahmet Yıldız: Bu sadece bir üniversite kavramsallaştırması ile sınırlanabilecek bir tasavvur değil. Çünkü toplumsal temelleri olan, bulunduğu yerdeki halkın beklentileri ve ihtiyaçlarını gözönüne alan ama bölgesel ve İslam dünyası ölçeğinde yansımaları olan bir medeniyet ufkunu temsil ediyor. Dolayısıyla bu şöyle bir sonuç doğuruyor:

1. Müslüman toplumların sekülerleşmesini nasıl engelleyebiliriz? İlim yoluyla sekülerleşmesini nasıl engelleyebiliriz? İdeolojiler üzerinden özellikle milliyetçilik ve pozitivizm ile sekülerleşmesini nasıl engelleyebiliriz?

2. Müslümanların farklı dilleri konuşurken, farklı etnik aidiyetlere sahip olurken bunu “tabii” sınırlar içinde tutarak İslamiyet’e hizmet edecek bir konumda nasıl taşıyabiliriz?

Bu sorular üzerinden Müslümanların Batının yıkıcı gücü ve tasallutu karşısında ayağa kalkmasını, kendi değerleri üzerinden bir özgüveni ortaya koymasını ve böylece kendi gelişmesini sağlamasına—bunu “ittihat ve terakki” kavramı üzerinden de düşünebiliriz—dönük bir adım. O yüzden mesela hiç bir zaman üniversite olarak adlandırmıyor, medrese adıyla böyle bir tasavvura sahip. Kurumsal karşılığını düşündüğümüzde bunun klasik anlamda bir üniversite kavramı ile karşılanabilecek bir fonksiyonu olmadığını, reel anlamda hem İran coğrafyasına, hem Kafkasya’ya, hem Türkistan’a hem de Arap coğrafyasına hitap eden, dolayısıyla aslında bütün Müslüman dünyayı kuşatan, onların birbirini tanıması ve farklılıkları üzerinden kardeşlik algısını pekiştirmesine dönük bir toplumsal ve siyasi ufka sahip. Bunu gerçekleştirirken aynı zamanda Müslümanların bilimle ortaya çıkan ve Hristiyan misyonerliği ile de aslında tekid edilen, desteklenen İslamdışılaştırma süreci karşısında nasıl ayakta kalabilecekleri ve bilimleri tevhid aracı nasıl kılabileceklerine dönük bir tasavvuru temsil ediyor. Abdülhamit bu tasavvurla temas bile etmiyor.

M. Akif Memmi: Burada iki soru aklıma geliyor: birincisi, hangi araçlarla olacak bu Bediüzzaman’ın çerçevesini çizdiğiniz Medresetüzzehra fikrinin cari hayata yansıyan kısmı, nasıl olacak? İkincisi, yanlış hatırlamıyorsam Demokrat Parti döneminde Erzurum’da üniversite açılmasının ardından bunun işte Risalelerle beraber okunması ve üniversiteye gidilmesi, bunun bir nevi Medresetüzzehra’nın yerine geçeceği ifadesi var. Bunlar çerçevesinde nasıl açabiliriz konuyu?

Ahmet Yıldız: Üniversitesiz bir proje değil sonuç itibariyle. Bunun gerçekleşmesi bölgesel dinamikleri olan, oradan beslenen—Kürtler üzerinden düşünürsek mesela—Kürt medrese ulemasının çekirdeğini oluşturduğu, kaynaklarını da yine yerel halkın merkezi hükümetle birlikte sağladığı çoğulcu bir yapının yerleşmesine  ve neşvünema bulmasına yönelik bir tasavvur bu.

Böyle bir tasavvur mutlaka hürriyeti gerektiriyor. Çünkü siz siyasi merkeziyetçi ya da siyasi istibdat üzerinden belli siyasi görüşleri empoze ederseniz burada bu ortaya çıkmaz. “İmamlar Kureyştendir” hadisine yer verdiği için ibn Abidin’in eserini bile yasak listesine alırsanız, o zaman bu ne anlama gelir; sizin siyasi önceliklerinize göre biçimlenmiş bir din anlamına gelir. Siyasi kaygılardan azade olarak, sadece yatay düzlemde ümmetin kardeşliğini pekiştirecek ve aynı zamanda materyalizmin Müslüman dünya üzerindeki tasallutunu kıracak ve bütün insanlığa aslında tevhidi bir perspektif verecek bu düşünceyi gerçekleştirmenin ilk aracı somut olarak evet orada bir Medresetüzzehra tesisidir. Özellikle Van’da, Bitlis’te ve Diyarbakır’daki şubeleriyle birlikte.

Bu elbette genişleyebilecek bir araçtır. Hayatının gayesi haline dönüştürdüğü Kürdistanı temsilen sultan Reşad’ın aslında bir tür “müellefetülkulub”u kazanma seyahati olarak tanımlayabileceğimiz 1911 Balkan seyahatine katılması, orada Kosava Üniversitesinin gerçekleşmemesi üzerine o tahsisatın Medresetüzzehra’ya aktarılmasını kabul ettirmesi, nihayet Birinci Meclis’te de aynı gaye üzerinde çalışması hep bununla ilişkili.

Sonuç itibariyle milliyetçiliğin ayrıştırıcı gücünü nasıl nötralize edebilirsiniz? Müslümanlar arasındaki temel bağların aslında bunu sadece hani İslam’la onur duyacak bir hale getiren, onun perdesi, koruyucusu, kalesi olarak herkesin kendisine iltihak etmesini sağlayabilecek ama aynı zamanda kendi toplumuna hizmet etme gibi bir hamiyeti de oluşturacak bir milliyet algısı üzerinden gerçekleştirmek büyük önem taşıyor. Ama Müslüman topluluklarının her birisi milliyetçilik üzerinden ayrıştığında sonuç ulus-devlet düzeni olarak karşımıza çıkıyor. Maalesef bu gerçekleşti. Aynı zamanda materyalist, pozitivist bir kuşak da yetişti. Ahmet Rıza Abdülhamit’in kurduğu okullarda okudu ve İkinci Meşrutiyet sonrası birinci parlamentonun meclis başkanıydı ama Kur’an üzerine yemin etmeyi reddetmişti. Neden, çünkü o pozitivizme iman eden ve onu bir olarak benimseyen birisiydi. O zaman bunun üzerinde düşünmek gerekiyor.

Burada ne Abdülhamit’i fetişleştirmek ne de şeytanlaştırmak gerekiyor. Abdülhamit’i bir siyasetçi olarak algılamak ve her şeyden önce devleti önceleyen, kendi çıkarları ile devletin çıkarlarını özdeşleştiren ve İslam’ı da bunun üzerinden tanımlayarak, İttihad-ı İslam’ı da devletin bekasına dönük en önemli işlevsel araç olarak gören bir hükümdar olarak değerlendirmek gerekir.

M. Akif Memmi: Yani güzel bir çerçeve oldu Abdülhamit hakkında. Abdülhamit’in bir yandan da Türkleştirme politikaları sürdürdüğünü söylediniz. Ama öte yandan da Kürtlerin babası...

Ahmet Yıldız: Arapların da babası olarak bilinir...

M. Akif Memmi: Öte yandan bir çok Kürt önde gelenin çocukları İstanbul’da okuttuğu biliniyor. Yine Hamidiye Alayları, adı üstünde Hamidiye, bu dönemde gerçekleştiriliyor. Bunu nereye oturtmamız gerekiyor?

Ahmet Yıldız: Şimdi Kürtlerin geri kalmışlığı, eğitimsizliği, kendi aralarındaki çatışmaları Abdülhamit için mesele değil. Abdülhamit’in temel kaygısı Kürtlerle kurduğu ilişki açısından baktığımızda, bir Ermenilerin devlete vereceği zararı önlemek, Ermeni milliyetçiliğinin önünü almak ve dahası bir Rus yayılması karşısında da kullanabilecek tampon bir güç meydana getirmektir. Dolayısıyla devletin bekası ve mülkün tamamiyeti çerçevesi üzerinden oluşmuş bir süreçtir ve bu süreç aşiret liderleri üzerinden gerçekleştirilen bir süreçtir. Dolayısıyla doğrudan toplumla kurulmuş bir ilişki değildir. Ve bu Hamidiye Alayları aşiret liderlerinin çocuklarının İstanbul’da bugünkü Kabataş’ta aşiret mektebinin kurulması ve oradaki eğitimleri gerçekleştirilirken kendisine olan sadakatin sağlama alınması ve bir anlamda da aslında kontrol altında tutulmaları bir tür rehin alma gibi bir durum sözkonusu, siyasi rehin anlamında. Böyle bir ilişki kuruyor. Dolayısıyla Abdülhamit Kürtlerin yüzyüze kaldığı, Bediüzzaman’ın tespit ettiği ve bizim bugün insani güvenlik ve insani gelişmişlik ölçüleri üzerinden rahatlıkla anlamlandırabileceğimiz cehalet, zaruret ve ihtilaf üzerinden çıkan gerilimleri çözme politikası yok. Bütünüyle sadece devletin bekası üzerinden ortaya çıkan bir politika. Ve Hamidiye Alayları orada aşiretler arası çatışmaları, gücün suiistimalini, kaynakların eşitsiz dağılımını yoğunlaştıran ve yaygınlaştıran bir fonksiyon da icra ediyor.

Elbette bu amacını da gerçekleştiriyor. Çünkü Kürtlerin zaten Ermenilerle çatışma içerisinde olan bir ilişkileri var. Ermenilerin Batıdan gördüğü himaye, sahip oldukları ekonomik kaynaklar onlarla Kürtler arasında büyük uçurumlar meydana getiriyor. Ve Kürtlerle Ermeniler arasındaki bu husumet ilişkisi zaten Ermeni tehcirinde de yaşanıyor, sonrasında da ortaya çıkıyor ve Ermenilerin kendilerinden daha iyi bir konuma gelmesini Kürtler hiç bir şekilde hazmedemiyorlar. Bundan yararlanıyor ve bunu da kullanıyor. Dolayısıyla bütün bu fotoğrafa baktığımızda Bediüzzaman’ın Kürtler üzerinden teşhis ettiği meselenin aslında hem Osmanlı Devleti’nin bütününe teşmil edilebileceğini hem de Müslüman dünyanın temel problemini oluşturduğunu Medresetüzzehra’nın buna dönük bir ufku temsil ederken, Abdülhamit’in Hamidiye Alayları üzerinden ortaya koyduğu siyasetin esas itibariyle yine belirttiğimiz şekilde imparatorluğun parçalanmasını önleme, bütünlüğünü muhafaza etme gibi bir kaygı üzerinden biçimlendiğini görüyoruz. Oldukça farklı bakışlar. Birisinde bütünüyle o dönem konjonktüründe siyasetin öncelik taşıdığı ve onun belirlediği bir çerçeve sözkonusu. Bunun üzerinden tebaayla ya da vatandaşla kurulmuş bir ilişki sözkonusu. Arap aşiretleriyle de Kürt aşiretleriyle de böyle bir ilişki kuruyor. Dolayısıyla Abdülhamit’i baba olarak görenler esas itibariyle Hamidiye Alayları sisteminden nemalanan, bundan fayda gören, düşünün işte bir aşiret ağası paşa oluyor, istediği kişileri asker olarak alıyor ve maaşa bağlıyor. Aynı zamanda silah veriyor, at veriyor. Bunlar çok önemli güçlerdir. Hem size toplumsal statü ve prestij sağlıyor hem güç sağlıyor, elbette bunun suiistimali de beraberinde geliyor. Dolayısıyla siz lokal düzeyde barış getirmiyorsunuz, huzur getirmiyorsunuz, eğitimsizliği gidermiyorsunuz, o toplumun az gelişmişliğini giderebilecek herhangi bir kaynak oluşturmuyorsunuz. Ama devlete bağlılığı garanti altına alacak bir mekanizma oluşturuyorsunuz. Bunun adil olmaması, zulümle içiçe olması, problemlere çözüm getirmemesi gibi bir kaygı taşımıyorsunuz.

Ama Bediüzzaman’ın bakış açısı bunun üzerinde çıkan, çok daha stratejik bir bakış açısıdır. İttihatçılarla kurduğu ilişki de böyledir. İttihatçılar meşrutiyeti kendi parti istibdatlarına alet ettiklerinde ya da parti istibdatlarını tahkime yöneldiklerinde Bediüzzaman İttihatçıların en şiddetli muterizi olarak karşımıza çıkar. İttihatçılara verdiği destek İttihatçılığından kaynaklanmaz. Meşrutiyetin ama her alanda meşrutiyetin gerçekleşmesini sağlayacak bir sürecin aktörleri olarak onlara olumlu bakar, tahsin eder, destek verir. Hatta İttihatçıların her yerde açtıkları Türk Ocakları ve kulüpler vasıtasıyla gerçekleştirdikleri eğitim faaliyetlerini teşvik eder der ki, Kürtler arasında bunu yaptığınızda Kürtçe yapmanız gerekiyor. Türkçe yaptığınızda insanların çoğuna erişme imkanınız yok. Dolayısıyla bunu anlamlı hale getirin. Bu bugün tabi tutulacak milliyetçi okumanın tamamen dışında bir durumdur. Belirttiğimiz çerçeve içerisinde ortaya çıkan bakışın bir yansımasıdır bu. Ve İttihatçılarla kurduğu ilişki onun aynı zamanda siyasetle kurduğu ilişkiyi de belirle. Ama 1908 devriminden sonra o zamanki şeyhülislamın (Molla Saib Efendi) Meşrutiyeti destekleyen bir beyanname yayınlaması onun sıkı bir şekilde Abdülhamit taraftarları tarafından İttihatçılıkla suçlanması gibi bir sonuç doğuracaktır. Aynı şekilde yavaş yavaş Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin kurulması ve sonrasında iktidar-muhalefet ilişkilerinin çok fazla gerilmesi siyasi taraflaşmayı asli kimlik haline getiren bir sonuç doğuracaktır. İttihatçılar içerisindeki dindarlar ya da Hürriyet ve İtilaf arasında yer alan dindarlar artık din üzerinden ya da dindarlık üzerinden birbirine bakmayacak, tamamen siyasi kimlikler üzerinden birbirlerini değerlendirmeye başlayacak ve bu tekfire kadar yönelebilecektir.

M. Akif Memmi: Burada bir şey var... Abdülhamit muhaliflerine baktığımız zaman pek çok İslam alimini görüyoruz. Bediüzzaman da bunlardan biri. Siz de şeyhülislamın duruşundan bahsettiniz. Neden bu şekilde oluyor? Dini bir şey girmiş olsaydı eğer ilkinin olmaması gerekir. Veya çok minimum olması, Abdülhamit’e muhalefetin olmaması makul olurdu diye düşünüyorum ben.

Ahmet Yıldız: Abdülhamit’in bir defa ulemayla arasının hiç iyi olmadığını biliyoruz. Ulemaya hiç bir değer atfetmediğini, onları dışarda bıraktığını, medreseleri ölüme terk ettiğini biliyoruz. Tarikatlarla kurduğu ilişkinin de bütünüyle araçsal bir ilişki olduğunu, kendi kurguladığı çerçeveye itiraz eden tarikat ehlinin de ağır takibata maruz kaldığını ve sürüldüğünü de biliyoruz. Mesela Erbilli Esat Efendi Irak’a sürülenlerden birisidir bu şekilde. Dolayısıyla şu miti bir kenara bırakmamız gerekiyor; evet Abdülhamit kendisi ittihad-ı İslam politikasının ağı olarak tarikatları kullanıyor, hem Nakşibendilik hem de Şazelilik Afrika’da ve Asya’da Abdülhamit’in itttihad-ı İslam siyasetinin tanınması ve yaygınlaşmasının en önemli kanallarıdır. Ama bu şu anlama gelmez; Abdülhamit tarikatlarla çok iyi ilişkiler kurdu fakat ulemayla, medreseyle iyi ilişkiler kurmadı. Hayır tarikatlarla da bu anlamda bütüncül bir “iyi” ilişkisi yok. Araçsal bir ilişkisi var. Bu araçsallığa cevap verenlerle olumlu ilişki kurmuş, muhalefet izhar edenleri de dışarda bırakmıştır. Bu yüzden II. Meşrutiyet ilan edildiğinde “İslamcı” geleneğin hemen hemen tamamı II. Meşrutiyete destek vermiştir. Beyanülhak etrafında bir araya gelen İslamcılar, sufi ama buna ne diyelim hani entelektüel ya da okumuş kesime hitap eden sufi gelenek, sufiye etrafında oluşan, Tasavvuf derisi etrafında ortaya çıkan hareket Abdülhamit’e değil meşrutiyete destek vermiştir. Hakeza Volkan farklı bir çizgiye sahiptir. Bediüzzaman o dönemde ortaya çıkan bir çok gazetede yazar ama en çok Volkan’da yazar. Bunların hiç birisi mesela 31 Mart hareketine destek vermemiştir. Farklı bir şey bu. Dolayısıyla Abdülhamit’e bakış açıları da böyledir. Bu anlamda Sebilürreşad da bu şekilde. Çok ciddi bir İslami muhalefet olduğunu görüyoruz. Bu İslami muhalefet kendiliğinden ortaya çıkmış bir muhalefet değildir. O dönem açısından düşünmek gerekir. Tek kişiye dayalı bir istibdadın hayatın bütün alanlarını kuşattığını, jurnal sisteminin hiçbir varoluşsal veya fikri güvenlik bırakmadığını, herkesin her an her muameleye maruz kalabildiği, güvensiz ve belirsiz bir rejimin var olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla buna çok güçlü bir muhalefet ortaya çıkıyor. Bu muhalefet Batıcı, Türkçü, “İslamcı” renklere sahip ama hakim renk İslamcılıktır. Meşrutiyeti de taşıyan hakim “ideolojik” çizgi yine İslamcılıktır. İT içerisinde İslamcılık ana belirgin akımdır ta Balkan Savaşı sonrasında artık önemli ölçüde Kürtler dışında Türk çekirdeğine dayanacak noktaya geldiğinde İttihatçılar Türkçülüğü resmi bir program haline getirecekler ve sonrasında da Kürtleri Türkleştirmeye dönük etnik mühendisliğin ilk politikalarını da İttihatçılar ortaya koyacaktır.

M. Akif Memmi: burada biraz da Bediüzzaman’a odaklanacak olursak, Meşrutiyet için siyasi aktivizm diyebileceğimiz bir ölçüde içinde yere alıyor, merkezinde yer alıyor, gazetede yazıyor...

Ahmet Yıldız: İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin (İMC) kurucuları arasında yer alıyor...

M. Akif Memmi: Yine işte Kürdistan’a gidiyor, orada Meşrutiyetin faydalarını anlatıyor. Gitmeden önce Resneli Niyazi ile bir temas kurma girişimi var. Çok merkezi bir yerde olduğunu görüyoruz.

Ahmet Yıldız: Aktivizmi çok yoğun gerçekten. II. Meşrutiyet sonrasında biliyorsun bir patlama var; bu kadar büyük ramazan-ı sükuttan sonra, sessizlik orucundan sonra her yerde dernekleşmelerin, derneklerin kurulduğunu ve bu derneklerin kendi yayın organlarına sahip olmaya başladıklarını görüyoruz. Mesela bunlardan bir tanesi... Bir defa Osmanlı toplumunu meydana getiren bütün etnik grupların kendi derneklerini kurması. Bu derneklerin aynı zamanda kendi yayın organlarını oluşturması. Fakat bunları bugünkü anlamda milliyetçi gruplar olarak da değerlendirmemek gerekiyor.

M. Akif Memmi: Bir yandan da hayali cemaatleri aklımıza getirirsek eğer, bu yayın organlarının ciddi bir karşılığı olacak, harekete geçirme gücü olacak.

Ahmet Yıldız: Ama ben şu açıdan örneklemek istiyorum. Mesela Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti kuruluyor. Kurucuları İstanbul’daki okumuş ve belli bir zenginliği olan Kürtler. Amacı İstanbul’da Kürtlerin eğitimine katkı sağlamak, onların bir araya gelmesini temin etmek. İstanbul’da hamallardan oluşan ciddi bir Kürt nüfus var ve bu Kürt nüfusun tamamını Bediüzzaman çok yakından tanıyor ve biliyor. Bu kuruluş aynı zamanda Kürt Neşri Maarif Cemiyeti’ni kuruyor. Bütünüyle İslami dernekler ve kuruluşlardır bunlar. Ama özellikle Kürtlerin kendilerini gelişmelerini, cehaletlerini gidermelerine dönük faaliyetler yapmalarını amaçlayan ve ilk meşrutiyet mektebini Kürtçe eğitim yapacak şekilde kuran dernekler olarak karşımıza çıkıyor. Bediüzzaman bu Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti’nin aynı isimli yayın organında yazılar da yazar. Dolayısıyla adındaki Kürt’ten hareketle bunları milliyetçi oluşumlar olarak görmemek gerekiyor. Ama sonuç itibariyle bunlar zaman içerisinde milliyetçi oluşumları netice verecek şekil alıyorlar. Ama bu mütareke döneminden sonra gerçekleşen bir durumdur. Mütareke dönemine kadar bunların etnik milliyetçi bir nitelik taşımadığını söylememiz gerekiyor. Bediüzzaman dolayısıyla Sebilürreşad’da da, Sıratımüstakim’de de yazıyor, Volkan’da da yazıyor, başka gazetelerde de yazıyor. Her vesileyle meşrutiyete olan desteğini ama ilkeler üzerinden ifade ediyor ve kendi kamuoyunu bu açıdan engellemeye çalışıyor. Dahası toplumsal faaliyetleri var, mesela Ayasofya mevlidinde konuşuyor. Binlerce kişinin katıldığı bir şey bu. O zamanın kamuoyu oluşturma araçlarını düşünün. Televizyon yok, radyo yok, başkentin merkezi ve burada Bediüzzaman ana figürlerden birisidir. Ferah Tiyatrosundaki olayı hatırlayalım. Onu susturan, orada bir çatışmanın çıkmasını engelleyen, aynı zamanda arabulucu konumunda birisidir. Toplumsal ve siyasi hayatın tam merkezinde yer alır. İT içerisinde özellikle sizin de belirttiğiniz gibi Enver Paşa ve Resneli Niyazi ile özel bir ilişkisi vardır, onların da Bediüzzaman’a dönük çok yoğun bir muhabbeti vardır ve Bediüzzaman onlar üzerinden İT’yi sürekli kendi ilkeleri üzerinden yönlendirmeye çalışır. Ama bunlardan saptığı zaman da şiddetle eleştirir. Bu açıdan baktığımızda Bediüzzaman’ın 31Mart’taki konumunun da böyle olduğunu görüyoruz. 31 Mart “İslamcı” bir ayaklanma değildir. İT iktidarının meydana getirdiği reaksiyonların, ona karşı biriken tepkinin yansımasından ibarettir. Yani iktidarın bürokrasisinin şişirdiği kadroların atılması sonucunda ortaya çıkan bir kitlenin tabii ki “mağduriyetinin” ürettiği bir tepki var, ordudan alaylıların tasfiyesinden ortaya çıkan bir tepki var, medreselilerin sahip olduğu bir takım ayrıcalıkların kısıtlanmasına dönük olarak medresede biriken bir tepki var. Bütün bunlar bir araya geliyor ve 31 Mart’ı netice veren bir ayaklanma ortaya çıkıyor. “Şeriat isteriz...” bunu gerçekleştiren aslında Sadrazam ve Harbiye Nazırı’nın alınmasını istiyorlar çünkü onlar İttihatçıların getirdiği iki isim. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra kurulan hükümetin İttihatçı olmadığını belirtelim. Çünkü Meclis de İttihatçı değil. İT’nin kendi iktidarını zaman içerisinde konsolide edeceğini ve ancak 1912’den sonra en nihayet 1913 Ocak’ında gerçekleşen Babıali Baskını’ndan sonra kendi iktidarını tahkim ettiğini görüyoruz.

M. Akif Memmi: Yani bilinçli bir şekilde aslında biraz da uzak duruyorlar, çekinerek padişahın gücünden...

Ahmet Yıldız: Tabii ki hiç bir siyasi tecrübesi olmayan, devleti tanımayan, bürokrasiyi bilmeyen, devlet politikalarının nasıl uygulanacağını bilmeyen bir ekip oldukları için dışardan yönlendirerek ve kendi kontrolleri altında tutmaya çalışarak götürüyorlar. Bir süre sonra da devletin içine nüfuz ederek iktidarı doğrudan kullanabilecek hale geliyorlar.

M. Akif Memmi: Belki bir ekleme olarak Osmanlı son döneminde daha çok güç kullanımının bürokrasiye kaydığını söylememiz mümkün. Abdülhamit döneminde bunun tersi olarak tekrar gücün sarayda toplandığı, Abdülhamit’in ardından yeniden bürokratların güç kazandığına dair bir okuma da yapılabilir herhalde?

Ahmet Yıldız: Evet, sonuç itibariyle Osmanlı modernleşme sürecinin Tanzimat’la ortaya çıkan biçimi, gücün padişahtan Babıali’ye aktarılması şeklinde gerçekleşiyor. Abdülhamit bunu tersine çeviriyor. İktidarı bürokrasiden alıyor ve Yıldız’da merkezileştiriyor. Halkla kurduğu ilişki doğrudan bürokrasi dışarıda bırakan jurnallere dayanan bir ilişki şekline dönüşüyor. İT’de ise farklı bir durumla karşılaşıyoruz. İt Meşrutiyet’in ilanından hemen önce, daha doğrusu seçimlerden hem önce kendisini bir fırka olarak ilan ediyor. Aslında fırka olarak İT hiç bir güce sahip değil. İT’nin asıl gücü cemiyet olmasından kaynaklanıyor. O cemiyet-i mukaddese... şimdi kurtarıcılık bir mit ve İT kendisini cemiyet-i mukaddese olarak niteliyor ve münci-i vatan olarak lanse ediyor. Vatanı kurtaran bir güç olduğu için İT kendisine dönük muhalefeti gayr-ı meşrulaştırıyor. Doğrudan vatana dönük bir muhalefet... Bu Abdülhamit’te de aynı. Aynı şeyi Tek Parti döneminde de görüyoruz. Mustafa Kemal’e olan muhalefet doğrudan devlete ve rejime muhalefet olarak, Cumhuriyete olan muhalefet olarak görülüyor ve hıyanet-i vataniye kapsamında değerlendirilebiliyor. Bu çok yaygın olarak karşımıza çıkan bir şey. Tabi bu siyaseti ortadan kaldırıyor. Siyaset çokluğu, farklılığı, farklı yaklaşımları ve çatışmayı içeren bir süreçtir. Siz bunu tekleştirerek siyaset dışına itmiş oluyorsunuz. Eğer siz münci-i vatansanız, cemiyet-i mukaddese iseniz size muhalefet ihanet anlamına gelir. İT bunu maalesef yapıyor. Ama sonuç itibariyle saraydan, ki 1909 değişiklikleri zaten formel olarak padişahın yetkilerini kısıtlayan ve onu parlamenter monarşiye uygun hale getiren bir düzendir...

M. Akif Memmi: Sembolik bir hale getiren...

Ahmet Yıldız: Sembolik bir hale getiriyor. Ama İT gücü aslında süreç içerisinde ne bürokrasiye veriyor ne de Meclis’e veriyor. Doğrudan Cemiyet’e veriyor.

M. Akif Memmi: Peki burada biraz da ilk bölümden hareketle söylüyorum, tabi ne kadar hafifletir ya da zayıflatın ayrı mevzu ama bir şey noktası da var zannediyorum. Yani Osmanlı’nın son dönemini yaşadığını biliyoruz, kaybedilen topraklar, zayıflayan bir devlet var, İT dönemi zaten hani Balkan Savaşı’yla beraber bambaşka bir beka kaysının zirve yaptığı bir dönem oluyor. Peşinden Tek Parti de işte konuştuk, o dönem de yeni bir dönemin başlangıcı... Burada bir güç kullanımından bahsettik ya, onun güç konsolidasyonunun sağlanması gereken dönemlermiş gibi görünüyor buradan bakıldığında. Çok kısaca biraz bunun hakkında konuşalım isterseniz.

Ahmet Yıldız: Ama güç konsolidasyonunu milliyetçilik üzerinden sağlayabilmeniz mümkün değil. Zaten Osmanlı modernleştiricileri bunun çok fazla farkında. Abdülhamit mesela Osmanlıcılık’ın bir mit olduğunu söylüyor. Hiç bir zaman gerçekleşmeyecek, karşılık bulmayacak bir politika olduğunu söylüyor ama gayrimüslim vatandaşlarınız olduğu sürece ya da sadece tek dinden oluşmayan bir kompozisyona sahipseniz bu siyaseti devam ettirmek zorundasınız ve sonuna kadar da aslında devam ediyor. Ama kağıt üzerinde devam ediyor. Uygulamada Osmanlı gayrimüslim toplulukları milliyetçilik cereyanı üzerinden ve elbette ki sömürgeci güçlerin Osmanlı Devleti üzerindeki hesaplaşmaları üzerinden sürekli küçülen gayrimüslim toplulukların ayrılarak kendi devletlerini kurdukları bir süreç yaşıyoruz. Osmanlı bir taraftan ayağa kalkma ve modernleşmeye çalışırken, bu modernleşme tabii ki savunmacı bir modernleşme, Ermeniler sonuçta nihai olarak milliyetçilik rüzgarına kapıldıklarında geriye Müslüman topluluklar kalıyor. Kürtler arasında milliyetçilik yok, Araplar arasında milliyetçilik yok. Araplar arasında milliyetçilik Hristiyan Araplar üzerinden gelişen bir hareket olarak ortaya çıkıyor. Türkler arasında da milliyetçilik en azından kitlesel düzeyde yok. Ama milliyetçiliğe karşı Osmanlı Devletinin ittihad-ı İslam siyaseti toplumsal değil siyasi düzeyde bir bütünleştirici fonksiyon icra etmeye çalışıyor ve Kürtler özelinde başarılı oluyor. Araplar özelinde kısmi bir başarı kazanıyor ama sonuç itibariyle İT’nin politikaları ve milliyetçilik Arapları da etkiliyor elbette. Ve sınırlı bir başarının gerçekleştiğini görüyoruz. Baktığımızda nihai olarak milliyetçiliğin ayrıştırıcı gücüne karşı bir politika geliştiremediğini görüyoruz.

Oysa Bediüzzaman’ın bakış açısı, ufku, evet doğrudan çok günceli değil ama günceli de içerek stratejik bir bakış açısı. Siz siyasi elitlerin İslam kardeşliği üzerinden gelişen bir ufka sahip olduğunu düşündüğünüzde farklı milliyetlerden olmanın farklı siyasi cemiyetlerde yer almayı gerektirmediğini, ulus-devlet mantığının İslami kimlik üzerinden çıkartılamayacağını gören bir siyasi elit, mesela Sevr’de Bogos Nubar Paşa ile  Süleymaniyeli Şerif Paşa arasında imzalanan mutabakata verilen tepkilerde görürsünüz. İki tepki... Artık milliyetçi Kürt hareketi bağımsızlıkçı bir çizgiye gelmiş ve bunu destekleyen bir tavır ortaya koyarken, Seyit Abdulkadir’in başını çektiği ve Bediüzzaman’ın da içinde bulunduğu yaklaşım özerklikçi bir yaklaşımı savunuyor ve Kürtlerin camia-i İslamiyeden ayrılamayacağını söylüyor.

Neden? Çünkü sizin Müslüman kardeşinizle aranızdaki dil farklılıkları, milliyet farklılıkları sizin ayrı bir siyasi vücut oluşturmanızı gerektirmiyor. Bu kabul edilemez bir şey. İslami duyarlığınız devam ettiği sürece de bu yaklaşıma sahip olabiliyorsunuz.

Peki bu nasıl gerçekleşecek? Bunu gerçekten İslami bir bilinçlenme üzerinden gerçekleştirebilirsiniz. İşte Medresetüzzehra böyle bir ufku temsil ediyordu. Siyaset üzerinden bunu gerçekleştirmeniz mümkün değildi. İttihatçılar nitekim bunu gerçekleştiremediler. Mesela Arnavut isyanının en önemli sebeplerinden birisi, o zamana kadar Arnavutça gerçekleştirilen, anadilde gerçekleştirilen eğitimin Türkçeleştirilmesidir. Bu tabii ki milliyetçi bilinçlenmenin elitler düzeyinde ortaya çıktığı bir dönemde, karşı tepkiyi mutlaka davet edecek ve tetikleyecektir. Elbette emperyal güçlerin hasta adam olarak tanımladıkları Osmanlı Devleti üzerindeki tereke hesapları da bunun bir parçasıdır, paylaşım hesapları.

Bütün bunlar açısından baktığımızda, kısacası, Osmanlı modernleşmesini sadece devletin bekası üzerinden okuyan ve bu devleti nasıl kurtarırız sorusu üzerinden değerlendiren siyasetçi sınıfı başarısız olmuştur. Ama Bediüzzaman stratejik bir okumayla devletten ve siyasetten bağımsız bir tasavvur geliştirebilmiş ve bunun en önemli aracı olarak da Medresetüzzehra ve bunun temsil ettiği idealleri ortay koymuştur. Siyasetle kurduğu ilişki de hep bunun üzerindendir. Kürtlerle kurduğu ilişki de bunun üzerindendir, Araplarla kurduğu ilişki de bunun üzerindendir. Nitekim Münazarat’ı da bunu temsil eder, Hutbe-i Şamiye’si de bunu temsil eder. Müslüman toplulukların asla milliyetçiliğin getirdiği ayrıştırıcı kimliği kendileri açısından hakim konuma getirmemeleri konusunda yoğun bir çaba içerisindedir. Hem zihni hem entelektüel bu çaba karşılığını sınırlı bir ölçekte veriyor.

M. Akif Memmi: Osmanlı modernleşmesini, Osmanlı son dönemini konuşmuş olduk ve Bediüzzaman’ın burada oynadığı rolü gündeme getirdik. Medresetüzzehra’ya özellikle dikkat çekmemiz ve buraya oturtmamız bence önemliydi. Modern bir üniversiteden buraya getirmiş olduk. Evet süremizi doldurmuş olduk bu şekilde, yeni bölümde buluşmak dileğiyle hoşçakalın.