Siyasetin ahlaka neden ihtiyacı var? - (9. Bölüm)

11.09.2017

SİYASETİN AHLAKA NEDEN İHTİYACI VAR?

Cam Kulübeden [9. Bölüm]

 

“Güvenliği sağlama bağlamak üzere bir seferde ama gereksiz yere uzatmadan ve olabilecek en erken anda iyiliğe çevrilerek yapılan zulme iyi kullanılmış diyorum. Kötülük bir seferde, bütünüyle yapılmalıdır. Tatmak için ne kadar az zaman olursa o kadar az yaralayıcı olacaktır. İyilik ise daha iyi tadına varılsın diye azar azar yapılmalıdır.”

Hükümdar, N. Machiavelli

 

Abdulvahid Gezer: Efendim Cam Kulübeden’in yeni sezonuna hoş geldiniz. Bu sezon da Ahmet yYldız hocamızla birlikte siyaset ve felsefe konuşmaya devam edeceğiz. İlk konumuz siyaset ve ahlak.

Hocam hoş geldiniz.

Ahmet Yıldız: Hoş bulduk.

Abdulvahid Gezer: Aristo siyaseti, ahlaki normların toplumda düzenlenmesi ve bunların sürdürülmesi için kullanılan bir araç olarak tanımlamıştır. Ama bunun zıddı olarak modern siyaset düşüncesinde siyaset ahlak dışı bir eylem ve ahlak dışı bir alan olarak görülüyor. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz onunla başlayalım isterseniz?

Ahmet Yıldız: Evet, siyaset ve ahlak kelimesi herhalde en fazla olumsuz ilişki içerisinde bir araya getirilen bir kavram çifti. Aslında ikisi de kendi başına ele alındığında insan hayatında, toplumların hayatında, aynı zamanda fertlerin hayatında son derece önemli bir yere sahip. Fakat ikisi bir araya geldiğinde son derece gerilimli ve ters bir ilişkiden çoğu defa söz ediyoruz. Çünkü ahlakın siyaseti kısıtladığı ve siyasetin dinamikleri üzerinde baskılayıcı rolünün olumlu olmadığı düşünüldüğü için özellikle siyaset yapıcılar ahlaki gerekleri bir kısıt olarak değerlendirme eğilimindedirler. Karşımıza çıkan tablo bu. Ama tarih boyunca ahlak ve siyasetin birlikte yaptığı yolculuğa baktığımızda, evet bu yolculuk gerilimli bir ilişki. Çünkü ahlak sürekli siyaseti belli kısıtlar içerisinde, belli sınırlar dahilinde, belli amaçlara dönük olarak ve belli araçlarla yapmaya zorlayan meşruiyetin kaynağını, kaynaklarından birini oluşturan dinle etkileşime girdiği zaman aynı zamanda otoriteyi de belirleyen bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Burada ahlakı esas itibariyle bireysel ve toplumsal davranışlar için bir normlar bütünü olarak değerlendirmemiz mümkün. Yani hangi davranışın doğru ya da yanlış olduğunu, güzel ya da çirkin olduğunu, iyi ya da kötü olduğunu biz ahlaki normlar üzerinden değerlendiriyoruz. Aynı şeyi siyaset alanına uyarladığımızda da siyasi eylemin—buna söylemi de dahil edebiliriz—hangisi doğru, hangisi çirkin, hangisi iyi, hangisi kötü, hangi siyasi eylem doğrudur? Doğruluk siyasetin temel problemlerinden birisidir elbette. Aynı zamanda hangi siyasi eylem iyidir? Eski Yunan toplumu açısından düşündüğümüzde, evet siyasetin ulaşması gereken en yüksek amaç eğer iyi ise, iyinin de somut ifadesi adaletse, o zaman ahlak siyaseti, daha doğrusu siyaset ahlakı amacı gerçekleştirmenin bir aracı olarak karşımıza çıkıyor. Bir toplum içerisinde yaşayan insanların en üst iyiye ulaşması ve bu en üst iyinin de aslında herkesin sahip olduğu potansiyeli gerçekleştirebilecek araçların açığa çıkarılması ya da bunun gerçekleştirilmesi olarak ifade edersek, adaleti de bunun kavramsal karşılığı olarak görürsek, o zaman ahlak siyaseti belli bir biçimde yapmaya yönelten sınırlayıcı ve belirleyici bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Burada ahlakı siyaset dışına hiçbir zaman alamıyoruz. Siyaset ve ahlak ilişkisi her zaman var olan bir ilişkidir. Dolayısıyla ahlaktan bağımsız bir siyaset düşünemeyiz, çünkü ahlak da toplumlarla ve fertlerle her zaman birlikte var olan bir şeydir, siyaset gibi. Dolayısıyla ahlaktan bağımsız bir siyaset hiçbir zaman olmamıştır, şimdi de yoktur, gelecekte de olmayacaktır.

Ancak bu ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu, o ahlakın hangi ahlak olduğunu, siyasetin hangi siyaset olduğunu sormamız gerekir. Siyaset demokratik bir siyaset midir? Otoriter bir siyaset midir? Ahlak; bireysel bir ahlak mıdır? Kolektif, toplumsal bir ahlak mıdır? Dinin belirlediği normlar bütünü olarak karşımıza çıkan bir ahlaki bütünden mi söz ediyoruz, yoksa gelenekle etkileşen, geleneklerin belirlediği bir ahlaktan mı söz ediyoruz? Yoksa tamamen bunlardan bağımsız olarak modern dönemde ortaya çıkan siyasetin aslında seküler ahlak üzerinden değerlendirilmesi, dolayısıyla ahlakın özel alana, kamusal alandan alınarak özel alana itilmesini, hapsedilmesini ve bireyselleştirilmesini ifade eden bir anlayış üzerinden mi siyaset-ahlak ilişkisini tartışıyoruz, bu soruları sormamız gerekir. Ama Eski Yunan toplumu açısından değerlendirdiğimizde ahlakın; kolektif, bütün toplumu kuşatan ve bütün toplum için geçerli olan, en azından ahlakı bireysel olarak anlayan kişi sayısınca ahlaki anlayışın olduğunu söyleyen, Sofistlerin aksine toplumu bir bütün olarak algılayan, bireye de ancak bu bütüne üyeliği ölçüsünde bir önem atfeden bir anlayış üzerinden baktığımızda ahlak; muayyen bir toplumun doğrusunu, doğru davranış biçimini, örtülü olarak temsil eden kurallar bütünü olarak karşımıza çıkıyor. Henüz evrensel bir şeyden bahsedemiyoruz çünkü Eski Yunan toplumu iyi olarak kendisini gören, kendisi dışındakileri de barbar olarak gördüğü için iyiyi, dolayısıyla ona ahlak atfetmeyen bir yaklaşıma sahip olduğu için siyaseti de ahlakı da kendisine inhisar ettiren bir anlayışa sahip. Aristo’nun ahlak anlayışını bu açıdan değerlendirdiğimizde elbette ahlak çok büyük önem taşıyor ve bu açıdan da polis ölçeğinde ortaya çıkan siyaseti belirleyen temel çerçeve olarak beliriyor.

Abdulvahid Gezer: Benim anladığım kadarıyla söylediklerinizden; ahlak ve siyaset arasında bir adalet yani kanun olgusundan söz ediyoruz. Bu anlamda ahlak, toplumsal normlar bütününden oluşurken, siyaset bu normlar bütününü uygulayacak olan kurumu işaret ediyor bize. Bunun yanında adalet de yani kanunlar da ikisi arasındaki ilişkinin ürünü olarak siyaset erkinin uyması gereken bir bütün oluyor. Fakat yine Antik Yunan’da Trasimakus’dan bildiğimiz veya diğer Sofistlerden duyduğumuz kadarıyla ahlakın toplumsallığı üzerine bir tartışma sözkonusu. Yani güçlü olan kim ise, adalet onun dediğidir. Zayıf olan için adalet ise güçlünün dediğine uymaktır şeklinde bir anlayış var. Bu anlamda hem ahlak hem de siyaset ve adalet arasında böyle bir gerilimin ta Antik Yunan’dan başlayarak modern dönemde belki Nietzsche’ye kadar devam etmiş. Nietzsche’den sonra belki Machiavelli’ee pası atabiliriz burada. Onlardan sonra ibrenin tamamen ahlak dışı veya sizin dediğiniz şekilde seküler ahlak temelinde siyasetin güç kavramı olarak okunmaya başladığı bir yere doğru kaydığını görüyoruz. Bu hikaye nasıl başladı, nasıl devam etti, mesela orta çağda İslam veya Hristiyan düşünürlerin ahlak ve siyaset arasında kurduğu ilişkiler nasıldı? Daha sonra ibre ne oldu da ahlak dışı bir siyaset düşüncesine döndü?

Ahmet Yıldız: Evet, Eski Yunan toplumu açısından düşündüğümüzde elbette var olan düzen üzerinden tanımlanan politika ilişkisini kurarak ifade edebileceğimiz bir ahlak anlayışı, bir de bundan soyutlanan idealist olarak tanımlayabileceğimiz ilkesel düzeyde ortaya çıkan bir ahlak anlayışı her hâlükârda eski yunan polisinde, özellikle Atina üzerinde değerlendirdiğimizde, ahlaki anlayışın insanı iyiye ulaştıran normlar bütünü olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu iyi, siyasette karşılığını nasıl bulacaktır? Bu iyi, siyasette bireysel iyinin toplu olarak kendisini ifade ettiği, toplumun aşırılıklardan uzak durarak sınıflar arası dengenin kurulduğu, zenginlerin tek başına hakim olamayacak kadar güçlü olmadığı, fakirlerin de kendi başlarına tahakküm edemeyecek kadar güçlü olmadığı orta sınıfın özellikle hakim olduğu kanunun kamuoyu ile birlikte siyasetin belirleyici unsurları olarak devreye girdiği bir yapı içinde karşımıza çıkıyor. O zaman siyaset kendisini neyin hizmetinde görüyor? Ben bu toplumun iyisini gerçekleştirmek için belli ölçülere uymak zorundayım, toplumda sınıfsal dengeyi gözetmek zorundayım, sadece zenginlerin, sadece yoksulların ya da sadece soyluların çıkarlarını gözeten bir siyasi yapıyla ben toplumu iyiye taşıyamam. Çünkü siyasetten bahsettiğimizde iktidarın yönetilmesi, dağıtılması, paylaşılmasını, iktidar üzerinden toplumsal ilişkilerin kurulması gibi bir alandan söz ediyoruz. İktidar söz konusu olduğunda tek taraflı gerçekleştirilen ya da empoze edilen bir güç ve bu gücün dayandığı meşruiyet temellerinden de söz ediyoruz. Öyleyse ahlak; bu alana bir çerçeve sunuyor. Bu gücün kullanılması açısından neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirliyor. Bu açıdan baktığımızda toplumun çıkarı, toplumun iyisi mutlaka bireysel ve grupsal çıkarların üzerinde görülmek ve bu çıkarlara uygun olarak siyasi eylemin hedeflemesi gereken bir referans noktası olarak alınmak zorunda.

Bu açıdan baktığımızda siyaset, bir ahlaki eylem bütünü olarak karşımıza çıkıyor. Bunun dışına çıktığında siyasi eylem meşruiyetini yitiriyor, ayrıca toplumsal bütünlük de tehlikeye giriyor. Elbette bu bilgi ve varlık anlayışıyla yakından ilişkili bir ahlak anlayışıdır. Çünkü bundan türemektedir. Eski Yunan’dan biz teokrasiye ve Hristiyan Orta Çağına geçtiğimizde artık bütün insani davranışın amacının kurtuluş olarak tanımlandığı, kurtuluşu gerçekleştirebilmek için de yöneten-yönetilen ilişkisinin mutlak itaat üzerinden ifade edildiği bir siyasi evrene giriyoruz. Bu evren içerisinde yönetenlerin yönetme gücünü kullanma biçimine çok sınır getirmediğini hatta onun tanrının bir kırbacı olarak görüldüğünü, yönetilenlerin de mutlak itaatle yükümlü kılındığını, Hristiyan ahlakının da bu mutlak itaati ödüllendiren, tersine davranışları da cezalandıran bir çerçeve içerisinde kendini ifade ettiğini görüyoruz. O yüzden Machiavelli bu ahlakı eleştirirken “bir yanağına tokat vurulduğunda öbür yanağını da çevir” anlayışının insanı pasifliğe, yanlışlara ve zulme, itaate yönelten, son derece edilgen köle ruhlu insanların ahlakı olarak tanımlama eğilimi içerisine girmiş ve Hristiyan ahlakını bu açıdan şiddetle eleştirmiştir. Dolayısıyla Hristiyanlığın siyasete sunduğu ahlaki çerçeve esas itibariyle siyasetin teokratik önemi açısından düşünürsek elbette, kilisenin belirlediği dogmatik öğreti çerçevesinde hareket etmesidir. Bu hareketin sağladığı meşruiyet referansı üzerinden aslında onlara çok geniş bir hareket alanının kaldığını da söylemek mümkün. Bu hareket alanı dolayısıyla zulüm olarak adlandırdığımız, adaletin yokluğunu belgelendirmiyor. Sadece önemsediği tek şey lafzi de olsa Hristiyan öğretiye bağlılığını devam ettirmesi. Bunu yaptığı zaman da kendi eylemlerine sınır konulmadığını görüyoruz. Yönetilenlerin, siyasi eylemin muhatabı olanların, vergi verenlerin, kendilerinin hem emeklerinden hem ürettiklerinden yararlanılan sıradan insanların siyasi otorite karşısında hiçbir korumasının olmadığını, mutlak itaate yükümlü kılındıklarını görüyoruz. Böyle bir ahlaki çerçeve elbette daha çok siyasi gücü istediği gibi kullanma eğiliminde olan aristokrat sınıfını destekliyor ve besliyor.

Abdulvahid Gezer: O halde şöyle bir şey diyebilir miyiz? Mesela Antik Yunan döneminde toplumsal temeli olan ahlakın sonucu olarak biz şehir devletlerini görüyoruz. Orta Çağda ise evrensellik iddiası taşıyan bir ahlaki öğretinin imparatorluklar bazında yani hem gücün temerküz ettiği siyasi yapılar hem de bunların hükmettiği geniş siyasi alanlardan söz ediyoruz. Buna karşıt olarak da modern dönemde bireyselleşmiş bir ahlaki öğretinin artık siyasi merkezilik gücünü imparatorlukların elinden alıp belki bunu ulus-devletlere taksim ederek ama bunun da ötesinde atomize bir ahlaki yapı gerçekleştirerek siyaseti de bireyselleştirdiğinden herhalde söz etmek doğru olur.

Ahmet Yıldız: Evet, bu aslında sekülerleşme ile birlikte ortaya çıkmaya başlayan ahlaki anlayışın esas itibariyle güç ahlakı olarak ifade edilmesi mümkün. Dolayısıyla siyasi iktidarın kendi dinamikleri ile belirlediği ahlaki çerçevenin doğru olarak görülmesi yaklaşımı sözkonusudur. Bu arada ahlak, edilgen bir durumda ve reel siyasetin ya da iktidar siyasetinin dinamikleri üzerinden tanımlanmakta. Bu bakımdan iktidarın elde edilmesi ve iktidarın sürdürülmesi siyasi eylemin ana hedefi olarak tanımlandığında ve bu da toplumun bütünlüğünün sağlanması ve devletin bekası gibi kavramlar üzerinden ifade edildiğinde güç politikasının beraberinde getirdiği, dikte ettiği, onun gereklerinin belirlendiği bir ahlaki anlayışın ortaya çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla siz gücü sınırsız şekilde kullanabilirsiniz, zulmü yaygın bir araç olarak kullanabilirsiniz, vahşeti bir siyaset araç olarak kullanabilirsiniz, yalanı bir siyaset aracı olarak kullanabilirsiniz, ikiyüzlülüğü bir siyaset aracı olarak kullanabilirsiniz. Machiavelli’nin iktidarı elde etme ve elde tutma açısından koyduğu kısıtlar esas itibariyle güç politikası açısından gücün rasyonelliğini yansıtan (1) siyasetçinin yönettiği insanları kendinden nefret ettirmemesi, (2) mallarına müsamere yoluyla el koymaması.

Nefret birikimine yol açan politikalar uygulandığında sizin iktidarı elde tutmanız imkansızlaşır. Dolayısıyla mesele, siyasi eylemin amacı olarak iktidarın elde edilmesi ve elde edilen iktidarın da kaybedilmemesi olarak tanımlandığında da—Machiavelli böyle tanımlar—reelpolitik bir dünya içerisine giriyoruz, reelpolitik siyasetin belirlediği bir ahlak anlayışından söz ediyoruz. Zaman içerisinde siyaset elbette demokratikleştikçe teokratik toplum içerisinde siyasetin ortaya çıkan ahlaki referanslarının hukuk devleti üzerinden hesap verilebilirlik ve şeffaflık üzerinden farklı kriterlere büründüğünü ve demokratik kamuoyu denetiminin de buna eklendiğini, dolayısıyla ahlaki bir kriterin oluştuğunu görebiliyoruz. Ancak bu ahlak bağlayıcı bir nitelik taşımaz. Bireysel bir nitelik taşır ve bu bireysel nitelik kendisini yönetilenlerin siyasi gücü, iradesi üzerinden ortaya koyar. Dolayısıyla siyaset yapanların, hele reelpolitik üzerinden, güç ahlakı üzerinden siyaset yapanların ahlaki ilkeleri her zaman arasallaştırması, kendisi açısından kullanması, yoğun propagandayla ve ideolojik mobilizasyonla kitleleri de buna kanalize etmesi mümkün. Dolayısıyla demokratik bir toplumda ahlak çok önemlidir. Ama bu ahlakın bireyselleştiğini, bağlayıcı ve zorlayıcı olmaktan çıktığını, dahası kamuoyu kontrol araçları üzerinden de manipüle edilebildiğini görüyoruz. Totaliter toplumlar açısından baktığımızda ise ahlak esasen egemen olanın, total olanı belirleyenin yaptığı bütün siyasi eylemleri haklılaştırma çabası olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla ahlakı içi boşalan, anlamsızlaşan, değer kaybına uğrayan bir kavram olarak ve bireysel düzeye indiğini görüyoruz. Artık toplum ve devlet düzeyinde bir ahlaktan söz edemiyoruz.

İslam geleneği açısından baktığımızda ahlak esas itibariyle sünnet tarafından belirlenen ve içi doldurulan bir alan olduğunu, bundan bağımsız bir ahlakın olmadığını görüyoruz. Bu açıdan hükümdarı ya da yöneticiyi—kişi ya da kurumlar üzerinden düşünelim—bağlayıcı olan bir takım ahlaki görüşlerden her zaman söz etmemiz mümkün. Ancak bu bağlayıcılık, reelpolitik dinamikler üzerinden her zaman tevillerle, manipülasyonlarla hakim olanın belirleyici olan gücüyle kanalize edilmiş ve manipüle edilmiştir. Dolayısıyla ahlaki ölçüler, İslam ahlakının beraberinde getirdiği ahlaki ölçüler her zaman bir meşruiyet referansı olarak başvurulmuştur. Bunun en üstün değeri de elbette adalettir. Bundan hiçbir zaman vazgeçilmemiştir. Ancak bu adaletin siyasi eylemde kendisini gösterme biçimi her zaman hakim olan gücün yorumu üzerinden gerçekleşmiştir. Bu açıdan baktığımızda ahlakın yine edilgen bir konumda kaldığını ve kişilerin ahlaki konuları anlama biçimleri, derinliği ve samimiyeti açısından değerlendirildiğinde farklı yorumlara konu edildiğini, literal, lafzi bir şekilde bağlayıcılığını sürdürse de uygulamada bunun hayli sulandırıldığını ve dolayısıyla İslam ahlakının toplumsal ve siyasi ölçekte bağlayıcılığı ve belirleyiciliğinin önemli ölçüde lafzi olarak kaldığını söylememiz mümkün.

Abdulvahid Gezer: Esasında demokratik toplumda yani bundan önceki zamanlarda ahlaki yükümlülüklerin siyasi lidere, ne bileyim işte hükümdara veya sultana atfedildiği bir dönemden bahsediyoruz, yani ahlaklı hükümdar veya yöneticinin ahlakının nasıl olması gerektiği bizim siyasi ahlaktaki temel problemimiz oluyordu. Fakat günümüze gelindiğinde; ahlakın sadece yöneten değil aynı zamanda yönetilen için de bir siyasi ilişki düzleminde konuşulabileceğini görüyoruz. Hem İslam toplumları açısından hem Hristiyan toplumlar açısından bu sanırım böyle. Ama işin şöyle de bir tarafı var gördüğüm kadarıyla; esasında biz sünnet pratiğinden bahsettiğimiz zaman bu sünnet pratiğinin siyasete bakan yönü sadece yöneticiyle alakalı değil, esasında tebanın diyelim veya reayanın diyelim veya yönetilenlerin diyelim bunların hepsinin yöneticilerine ve kendilerine karşı bir siyasi vazifeleri var. Ahlaken onların yükümlülüklerinden bahsetmemiz mümkün ki bu ara dönemde bunun sadece lafzi kalmasının nedenleri nelerdir sizce?

Ahmet Yıldız: Evet, nedenleri esas itibariyle İslam toplumlarında hilafetin saltanata, istibdat yönetimlerine dönüşmesi ve Müslüman toplumların tarihten bugüne istibdat yönetimleri tarafından yönetilmesi. Mütehakkim, otoriter yönetimler her zaman kendi çıkarlarını İslam üzerinden tanımlamış ve İslam’ı da bu çıkarları ibka haline getirmişlerdir. Örneklemek mümkün; mesela parayla ve bütçeyle ilişkisi üzerinden bir örnek verelim. Müslüman toplumların Raşit Halifeler döneminde yönetici konumunda olan, en üst yönetici konumunda olan halifenin bütçeden, beytülmalden aldığı paranın savad-ı azam kriterleri üzerinden tanımlandığını görüyoruz. Sevad-ı azam ortalama bir kişinin gelir düzeyini, hayat standardını ifade eden bir kavramdır. Hatta anlatılır Hz. Zübeyir ve Hz. Talha halifeye gider ve ısrarla aldığı maaşı artırmasını talep ederler. Emirülmüminin olan bir insanın hayat standardının çok daha üst bir standartta olması gerektiğini söylerler. Ama Hz. Ömer onları azarlar ve bunu şiddetle reddeder.

Öbür taraftan bugüne geldiğimizde para, siyasetin en önemli enstrümanlarından biridir ve siyaset yapanlar siyaset yapabilme güçlerini para üzerinden tanımlarlar. Ve parayla kurdukları ilişki bu açıdan çok daha farklı bir ilişkidir. Demokratik siyasi tarihimizden bir örnek verirsek mesela, milletvekili maaşları genelde bütün demokratik toplumlarda olduğu gibi bizde de tartışma konusu olmuştur. 1927’den itibaren giderek devlet memurlarına eşitlenen ve daha sonra farklı bir statüye kavuşturulan milletvekili maaşları yani siyasetin, siyaset yapıcıların siyaset yapmaları karşılığında kendilerini finanse ettikleri kaynağın—ki bütçeden gelen bir kaynaktır bu—nasıl tanımlanması gerektiği ve kamu hizmeti yapılıyorsa ve bu kamu hizmetinin gerekleri mesela sevad-ı azam üzerinden tanımlanabilir mi sorusunu sorarsak, bugünün dindar demokratik toplumun da buna son derece yabancı olduğunu, pek de tahayyüllerine sıkışmayacağını ve bunu neredeyse arkaik olarak değerlendireceklerini görüyoruz. Ahlaki ölçüler elbette zamana, bağlama, topluma ve şartlara göre değişkenlik gösterebilir ama ilkesel düzeyde süreklilik gösterir. Sevad-ı azam ilkesi bize neyi ifade eder; dün neyi ifade ediyordu, bugün neyi ifade eder; bu, mümin olarak Müslüman toplumdaki bütün bireyler için kendisini nasıl gösterir sorularını sorduğumuzda aslında ahlak dediğimiz şeyin hiç de basit olmadığını ve hükümdarların yaşayış tarzını da belirleyen bir unsur olarak karşımıza çıktığını görüyoruz.

Mesela; bir Müslüman yönetici egokrat olabilir mi? Egosunun kendisine telkin ettiği tarzda hareket ettiğini, öfkesini kullanırken, kâr duygusunu harekete geçirirken ifrat ve tefritten uzak olma yükümlülüğü var mıdır, yok mudur? Adaleti tevzi ederken, dağıtırken adaletin gereklerine uyma yükümlülüğü var mıdır, yok mudur? Bütün bunları düşündüğümüzde, ahlaki ölçülerin siyaset açısından değerlendirildiğinde yöneten ve yönetilen konumlarına göre biraz farklılık gösterse bile yöneten ve yönetilen için mümin olma vasfı açısından aynı olduğunu ve bu ahlaki ölçülerin mutlaka siyasete yansıtılması gerektiğini görüyoruz. Bu siyasi alana en az yansıdığı için, siyasal alanın dinamikleri iktidarı elde etme ve iktidarı sürdürme üzerinden tanımlandığında ahlakı bir ayakbağı olarak görür. Ahlak bir ayak bağı olarak görüldüğü zaman siyaset; çıkar ve güç merkezli bir eylem alanı haline gelir, bu hale geldiği zaman da siyasetin toplumda adaleti gerçekleştirebilmesi imkansızlaşır. Dolayısıyla menfaat üzerinde dönen siyaset bir canavar haline gelir. Meşru, meşru olmayan herkesi kendisi için av olarak görür, eğer iktidarına tehdit olarak algılıyorsa babasını da tanımaz, oğlunu da tanımaz, ne akrabalık ne de başka türlü ilişkiler bu adalet ölçüsünü sağlamanın araçları içerisinde değerlendirilemez. Dolayısıyla nepotizm, siyasetdaşını kayırma, akrabasını kayırma, seçmen kitlesine dönük iltimaslar vs. olarak değerlendirebileceğimiz her türlü uygulamanın normal hale geldiğini görürüz. Bunun üzerine bir de tarafgirliği eklediğimizde... Mesela tarafgirlik Müslümanın hakikatle kurduğu ilişki açısından kabul edilemeyecek bir şeydir, benim ve sizin bulunduğumuz konumlar açısından taraf olmamız, içeriğinden bağımsız olarak sadece pozisyonel olarak tavır almamız anlamına gelir ki, bu doğruların pozisyonel olarak değişmesi anlamına gelir. Oysa doğru; siz oradan ben buradan baktığımızda gördüğümüz şey olarak farklılaşmaz, ikimiz için de eğer İslam ahlakı açısından bakıyorsak aynı olarak görmemiz gerekir. Tarafgirlik işin içerisine girdiğinde, çıkar ilişkisi işin içine girer. Benim çıkarıma uymuyorsa, benim onu bir şekilde ahlaki hale getirmem ya da burada ahlakın gereksizliğini söylemem gerekir. Neden, çünkü benim kendim için hareket noktası olarak aldığım şey, siyasi eylemde sonuç odaklılıktır. Sonuç odaklılık da iktidar üzerinden tanımlanmıştır. Benim bu iktidarı elde etmem, elde ettiğim iktidarı devam ettirmem gerekir. Neden? İktidarı bir üst amaç olarak tanımlıyorsunuz. Yine bu üst amaç örtük olarak var gibi görünüyor ama lafzi olarak varlığını sürdüren, literal olarak varlığını sürdüren bir üst amaçtan bahsediyoruz. Çünkü bu üst amaç aslında sizin siyasi eyleminizi belirleyen bir unsur değil, sizin araç olması gereken siyasi eyleminiz siyasetin içerisinde kendisini amaçlaştırır, doğrudan kendisi amaç haline gelir; iktidarın kendisi amaç haline geldiği zaman o zaman fikirler hezeyana dönüşür, şeytani bir renge bürünür. Çünkü şeytan kendisini tarafgirlik üzerinden, kendisinin üstünlüğü üzerinden ifade etmiştir, dolayısıyla ben üstünüm çünkü ahlaki olanı ben temsil ediyorum der. Neden? Ahlaki olanı senin temsil ettiğini ben senin eylemlerin üzerinden, siyasi eyleme taşıdığın ahlaki ölçüler üzerinden değerlendiririm. İktidarı elde etmeden yalan söylemek senin için uygun değilse, iktidarı elde ettikten sonra yalan söylemek senin için uygun hale gelir mi? Siyaset nasıl bir istihale makinasıdır ki ahlaki ölçüleri dönüştürüp sizin için farklı bir etik moral çerçeve oluşturur? Kendinizi nasıl bu bağlardan azade kabul edebilirsiniz? Rüşvet, daha önce olumlu olarak görülmeyecek bir siyasi eylemken, siz siyasi özne haline geldiğinizde sizin için neden normal hale gelir? Kayırma, sizin için neden normal hale gelir? Öyleyse siyaset alanına ahlaki ölçüleri taşımıyorsanız o zaman o siyaset şeytani bir renge bürünür. O zaman nasıl biz şeytanın tarafgirliğinden ve o tarafgirliğin meydana getirdiği kovulmuşluktan Allah’a sığınıyorsak, aynı şekilde siyasetin büründüğü bu ahlak dışı, ahlaki ölçüleri araçsallaştıran ve kendi egemenliğine alan görünümünden de Allah a sığınmak durumundayız. Dolayısıyla şeytan ve siyasetin birlikte zikredilmesi ve siyasetin şeytani bir eylem haline dönüşmesi, ahlaktan bağımsızlaşması, soyutlanması ve tarafgirlik üzerinden çıkara dayalı bir eylemler dizisi haline getirilmesiyle ilişkilidir.

Abdulvahid Gezer: Teşekkür ediyorum hocam. Yani anladığımız kadarıyla burada ahlakın yerini gittikçe iktidar arzusunun aldığını görüyoruz. Siyasette belirleyici olan unsurun bu olduğunu görüyoruz. Bu anlamda adalet de zaten bu yüzden modern dönemde bir ahlaki temellendirme yerine siyasi güç kavgasının, çatışmasının kurduğu bir denge durumunda kendisinden söz edilen bir madde haline gelmiş oluyor.

Siyaset ve ahlak konulu Cam Kulübeden programı bugünlük sona erdi. Önümüzdeki programda siyaset ve yalan ilişkisini konuşacağız. Hoşçakalın.